28 Kasım 2020 Cumartesi

                                                                                                


vişne kokusu

  

istenmeyen bir yası taşıyor uzaklardan

rüzgârın sürükleyip getirdiği kor   

eşiği geçip yerleşiyor istenmeyen konuk eve

ne çok yüz…aynı bakışı bakıyor

 

hızla bırakıp çıkıyor haberci sürüklediği odu 

o ara elini eteğine kurulamayı akıl eden

kadının kucağına

kuşlar birikiyor vişne dalına

ne çok kuş… kanatlarına sokulmuş, susuyor       

     

saçlarından tutuşuyor kadın

tel tel eriyip akıyor içine   

içinden döşemeye   

sızıyor kirişteki örümceğin ipine kadar

toza dönüşüp yapışıyor tasa, tarağa, tereğe

çekip gidiyor perdeden güneş

potinler vişne kokmuyor

       

kırılıyor karıncadan kederli ince bir dal

gökyüzünü yırtıyor kuşlar

 

  

Elif Firuzi

 * Pelerin Fanzin II. sayıda yer aldı 


10 Ekim 2020 Cumartesi

 



Kavruk Otlar Zamanı*

                                                                                                                                                  

                                                                                insan nasıl tanır doğduğu yeri, ağaçlarından

                                                                    çocukluğun rüzgârı mı oturur dallarında?

                                                                    tavanında yitmemiş, solgun bir ay

 

bir sıcaklık yatışması eline yol kıvrımında  

gittikçe alçalan, eve uçan bulutlar

kalbini mahmuzlayan küçük bir anı; ilk kavgan, ilk kırığın, belki de karabiber tadı

taşları sıyırdıkça coşan su

kazlarla uçma hevesi, leğenli kayık   

yüzün biraz kir, biraz hayret, sıkça azar

saçlarında diklenen çocukluk, hep yokuş yukarı bir merak  

anne koynu gibi sıcak, baba yüzü kadar sert ve uzaktır gökyüzü

 

hep bir esinti umuduyla geçiyor mevsim-ler  

hasadı beklemiyor arpa tarlası

söğütler kavaklara sarılarak yürüse de dere boylarını             

kavruk otlar zamanıdır burada yaz

dudaklarını ısırıyor çocuklar, uzundur ıslık çalmıyor


dolup duruyor kente, Susuz çay   

ama sizin açık pencerelerinizden bizim şarkılarımız hiç.

 

Elif Firuzi

(Eliz Edebiyat,  Ekim 2020)

* artık köyü olamayıp, artık köyüne dönemeyip, türkülerini yüksek sesle söyleyemeyenlere 

 

 


28 Eylül 2020 Pazartesi

 

ARZUYA SIZMAK 

 

gök yaklaşıyor, bak..

nemli parmak uçlarıyla

gök yaklaşıyor

titrek buğular yükseliyor çatılardan

üşümek ne gökçe bir canlanma

 

unutulmuş kelimeler sunuyor güneş

küskırmızı sardunyalara

sadece sabahları duyulan kelimeler

ağır bir mevsim geçişi bu bahar    

 

sızılacak yerlere gitmeliyiz seninle   

bir sızıntıysa şiir, ve sezmek

adı yazmamalı kahve bardağında: Arzu

ayaklarımız kendiliğinden uğramalı   

üç nal lokantası’na, gar’a

 

uzak sazlıkları getiriyor  

çitlembikte gezinen esinti

Nederrijn boyunca uzanan sazlıkları  

her bahar pencereye taşıyor bu çitlembik

yaprak uçlarında yağmur damlaları

aldırmadan sızıyor eve doğru   

  

Elif Firuzi

*yeni e dergisi Eylül 2020 sayısında yayımlanmıştır.

                                                                                                                                                

                                                                                                                                   sibel’e

kabuk


kıyıyı siliyor sis, uzaklaşıyor kentin yarısı                            

suyu ürperiyor denizin, titriyor  

kürekleri koyunlarında yatan kayıklar

çıplak ağaç direkte sönüyor kış feneri

 

içten içe bağlanıyorum nemli sabah göğünün

ipek gri yoğunluğuna   

yaşamın derin hazzı seyreltiyor ağırlığımı    

çatıları kolaçan ediyor kuşlar, ayağı kayıyor bir martının   

nasıl da maceralı olmalı kuşların bir günü

isterse başka bir hayata da inanabilir insan

 

gökten ne umuyor suskun bacalar, cansız uydu tabaklar

yapayalnız bir minare ucundan ibaret siste uçuşan cami

sokağın gürültüsünü yutup yutkunuyor gün, bugün pazar

suya üflüyor kendini kıyıdan çaresiz bir hindiba

gitgide soğuyor kentin kalbi

 

konuşsam ağarmış çıkar sesim şimdi

susarsam kabuk bağlayabilir deniz

bana sol elini ver, soğuk elini

hüzün beyazı bir tülse zaman

 

 

ELİF FİRUZİ

 *Sibel Ünli, Samatya'dan denize yürüyen 20 yaşındaki üniversite öğrencisi genç kadın.

6 Eylül 2020 Pazar

Şiirler: Kavaklar / Elif Firuzi

 

Kavaklar

*

Buralarda bir ölüm dolandı, belki gördünüz

yüzü kireç, kefeni mor,

belki mürdüm bir perşembe.

Onu ben tek başıma yapmadım:

bir çığlık vardı, suskuyu arayan

mayıs çayırlarında, ıslak

imdat sanıp hızlandığım.

 

Kırmızısı solmuş bir gündü, belki mürdüm bir perşembe

kavaklar devrildiğinde   

üstümüze düştü gökyüzü

Abril’i söylüyordu Silvia Perez.

 

Elif Firuzi

 

*Abril 74, Lluis Llach’ın savaş karşıtı şarkısı

https://www.youtube.com/watch?v=raxwSiS5pvs

**Sancı ve Eliz'de yayımlanmıştır.

Çevirler/ Translations: Patience Agbabi

 

                                                                                         HUKUK ADAMININ HİKÂYESİ

 

Birleşik-El Yazısı

Anesu  Sergeant’in anısına

 

1.

Benim oğlum bir yazar, hayhay, ama bana yazmaz

zavallı yaşlı annesine. Ölmüş bile olabilirdim

şu yirmi sene içinde, bu kemik beyazı koltukta otururken.

Polisiye roman. Suç kazandırıyor, anne, demişti.

Sadece kitaplarda. Hayattaysa üstüne iki kat daha ödersin,

bahisi kapatamaz, günahtan arınamazsın.

Yanlış yaptım oğlana, Ollie, Oliver.

Oliver Robson. Duymuş muydun adını?

 

Duymadın mı? Tatlım sen Tyneside’li değilsin o zaman.

Sütlü olsun benim çay, iki şekerli. Suyu  iyice kaynat ama!

Yedi kitap yazdı Ollie, hepsi Coronet’ten yayımlandı,

son kitabı imzalı, imzası burada, bak,

Oliver Robson yazıyor. Her paragrafı

som altından, hele imza, hazine değerinde.

 

 2.

Kendi talihini gördü Ollie’nin imzasında

o kız, Constance. Fakat bir türlü inanmadı oğlum.

Mezar kitabesi için büyük bir ödenek aldığında  

bu döküntü belediye evini satın aldı, beni teselli etmek için,

durup dururken o kızla evlendikten sonra.

Karıştırmadı beni, öz annesini. Ne kilise törenine,

ne düğün hazırlıklarına. Tasvip etmediğimi bile bile

bastı ‘evet’ dedi nikâhta. Nasıl sevebildi Oli o kızı?

 

Güzel değildi kız, her zaman fazla süslü giyinirdi.

Konuştuğunda ne söylediğini hiç anlamazdım.

Önyargılı olduğumdan değil, en iyi arkadaşlarımdan bazıları

yabancı. Bugünlerde her yerin insanı insan

ama o zamanlar başkaydı: Renkli bir ırktandı Constance, esmer,

adı öyle uzun ki bölerek söylemek için ter dökerdin. 

 

3.

Bizden biri değildi, ruhen iflas etmek üzereydi sanki

ama benim aşırı duygusal, Oli’m. Afrikalı!

Pek konuşmazdı kız, hep çatık kaşlı:

Acıdığı için elinden tutmuştur oğlan onun -

kızın söylediğine bakılırsa, tecavüz. 

Oli’yle ben, etle tırnak gibiydik, kız peyda olmadan önce:

baştan başa sadza koktu evin içi; bütün kıyafetleri

ki hepsi özel dikim; o güzelim saçlarını kesti,

 

önüne katıp kiliseye götürdü pazar günü iki defa  

Ollie ateistti güya, gitti hiç utanmadan

Kara Büyü yaptı kesin o melun gün 

ona  ‘evet’ dedirtip imzasını attırmak için deftere.

Birlikte yaşıyorduk, yapabileceğim bir şey yoktu, kız kazanmıştı.

Muradına ermişti Constance Hanım, bense oğlumu kaybetmiştim.

 

4.

O sene yirmi kilo aldı kız, bir oğlan doğurdu:

Maurice, babasının kopyası. Yurtdışında

son kitabı için harıl harıl çalışıyor. Yakında dönecek ama.

Sadece üç kelime çıktı Constance’ın ağzından: Şükürler olsun Tanrı’ya.

Önce çiçekler geldi. Kasımpatılar, hezaren çiçekleri.

Çiçekler bana yollanmışmış gibi davrandım. 

Güya ‘Anneme’ yazıyordu gelen notta,

baktım gözleri dolu dolu oldu kızın, Tyne Nehri kadar koyu.

 

Ertesi sabah, günün ilk postası, o incecik mavi zarf.

Buharla açıverdim, çıkıntılı yazısını okudum:

Sevgili karıcığım, şükürler olsun! Ben şimdi,

Tanrı erkeği yarattığı günden beri – hayattaki

en bahtiyar adamım.  Yazılı görmek, aşkını, inancını

kalemiyle saplar gibi. Yüzümden bıçakladı beni. 

 

 5.

Yüzümün sol yanında zonklayan ağrıyla,

temiz, beyaz bir kâğıt çekip aldım, hızlıca karaladım: 

Sevgili Constance, Babilon’un İffetsiz Fahişesi,

tecavüz konusunda yalan söyledin, çocuk benden değil…

Elini biliyordum, uzatıp süslediği ‘bharfini

‘ben’ yazışındaki açıyı, sağa eğimli ‘e’ ve düğümsüz ‘n’ harflerini.

Nasıl bilmem? Yazmayı ben öğretmiştim oğluma

 

adını dört yaşında. Elini alıştırmış, elimi

taklit etmeyi öğretmiştim ona, birbirine bağlanmak için can atan

küçük kuyruklu harfleri - İngiltere’yi hemen terk et,

giderken piçini de yanında götür- daha iyi kavrayabilmesi için

tırnaklarını keserdim. Edebiyat için yetiştirmiştim onu.

İşte o mübarek gün attım imzasını.

 

6.

Ollie’nin imzasını görünce bayıldı kız…

Bavulunu toplamasına yardım ettim, yol parasını ödedim-

bir servete mal oldu uçak parası, Afrika’ya.

Ben olsam kendimi öldürürdüm.  Onu koruyan neydi? Dua.

Eve dönünce tatlım, kendime bir viski doldurdum,  

doğruya doğru, sonra çöktüm bu koltuğa.

Onun oğlanı doyurduğu, süt ve sadza

kokan koltuğa. Hâlâ kokuyor gerçi. 

 

O gece, Ollie aradığında açmadım telefonu, çaldı durdu

nasıl berbat bir baş ağrısı, gidip yatamadım.

Uçaktan indiğini haber vermek için arıyordu Ollie-

telefon her çaldığında bıçak darbesi gibi inmişti kafama.

Kapıda anahtarın sesini duyunca, yerimden fırladım, nasıl olduysa.

Dedim, eğer Tanrı varsa, şimdi yardım etsin bana!

 

7.

Tanrı filan yok. İşte sadece sen varsın, evin yardımcısı

çayı hep çok açık demlersin ve bana oğlumu sorarsın.

Bilgisayarın ekranını toz kaplamış. Allah biliyor,

nasıl açıldığını bile unutuyorum iyiden iyiye.

Ellerimi acıtıyor cep telefonunu kullanmak,

asla aramaz gerçi, orası kesin,  

onların telefonları yoktur Afrika’da. Yalnız,

yavaş bir ölümü ölüyorum, evi terk ettiği günden beri Oli.

 

Kitapçıları didik didik ediyorum adına rastlamak için,

altın kabartmalı harfler aydınlatıyor sırtını,

içi suç ve utanç dolu beş yüz sayfalık kitabın.

Fakat yazılanların hiçbiri eşdeğer değil benim suçuma:

İmzasını attım, düpedüz ihanet ettim oğlana, evet

benim oğlum bir yazar. Hayır tatlım, bana yazmaz.  

Çeviri Elif Firuzi 

 

 

                                                                                         THE MAN OF LAW’S TALE

Joined-up Writing

Memory Anesu Sergeant

 

1.

My son’s a writer, aye, but he’ll not write

to me, his poor old mam. I could be dead

These twenty years, sat in this chair, bone white.

Dedective novels. Crime pays, mam, he said.

Only in boks. In life, you pay twice over,

you cannot close a chapter, purge a sin.

I wronged my laddie, Ollie, Oliver.

Oliver Robson. Have you heard of him?

 

You’ve not? You’re not from Tyneside are you, pet?

Milk, two sugars, boild the kettle, mind!

Ollie wrote seven books for Coronet,

his last one’s autographed, see here, it’s signed

Oliver Robson. Every paragraph

Püre gold, a fortune in that autograph.

 

 2.

She read her fortune in his autoghraph,

that Constance, but he’d not belive it, Ollie.

He got a grand advance for Epitaph

and bought this foisty townhouse to console me

after he married her, out of the blue.

Wouldn’t let me arrange it, his own mother,

church wedding and all. He said ‘I do’

knowing I disapproved. How could he love her?

 

She wasn’t bonny, always overdressed,

I’d never understand her when she spoke.

Not that I’m prejudiced, some of my best

friends are foreign. These days folk are folk

but then was different. Constance was coloured, brown,

a name so long you’d sweat to break it down.

 

 

3.

Didn’t belong, nigh verging on a breakdown

and Ollie such a softy. African.

She’d not talk much, her face a constant frown,

must have been pity made him take her hand-

raped, or so she said. We were dead close,

Ollie and me, until she came, from nowhere:

whole house smelt of sadza: all his clothes

designer labels: cut his bonny hair

 

and marched him off to churc twice on a Sunday!

Ollie, the atheist, who had no shame.

She must have used Black Magic that dark day

to make him say I do and sign his name.

We all lived here, I had no choice, she’d won.

Aye, Constance gained and me, I lost my son.

 

4.

That year, she gained three stone, gave a birth: a son.

Maurice: the image of his da, abroad

plugging his latest book, but back home soon.

Only said three words, Constance: Praise the Lord.

The flowers arrived first. Chrysanthemums,

delphiniums. I treated them as mine,

pretended that the note had said, To Mam

and saw her eyes well up, dark as Tyne.

 

Next day, that slim blue envolope, first post.

I steamed it open, read his spiky hand:

My darling wife, Bless you! Now I am the most

happy soul alive since God made  man…

To see it written down, his love, his faith,

Stabbed by his pen I felt. Stabbed in the face.

 

 

5.

A stabbing pain left side of my face,

I took a fresh white sheet and scrawled the line:

Dear Constance, Whore of Babylon, unchaste,

you lied about the rape, the child is not mine…

I knew his hand, his long flamboyant ‘I’,

the exact angle, leaning to the right,

the mild slope of his ‘s’, his looples ‘y’.

How could I not? I taught my son to write

 

his name when he was four. I trained his hand

to copy mine, letters with tiny tails

dying to be joined up -  You must leave England

and take your bastard with you -  cut his nails

to help his grip. Raised him for literatüre.

That fateful day I signed his signature.

 

6.

She fainted when she saw his signature…

I helped her pack her suitcase, paid the fare-

it cost a fortune, flight to Africa.

I would have topped myself. What saved her? Prayer.

Poured myself a Scotch, if truth be telt,

When I got back, sat in this chair, pet,

the chair she fed the laddie in that smelt

of milk and sadza. I still smell it yet.

 

 

I let it ring when Ollie phoned that night,

headache so bad, I coudn’t take to bed.

He rang to say he’d just got off his flight-

each ring was like a stab wound in my head.

I heard the key, stood up, I don’t know how.

If there’s a God, I thought, God help me now!

 

7.

There is no God. Only you home helps now

who make weak tea and ask about my son.

There’s dust on the computer screen. God knows,

I’m fast forgetting, how to switch it on.

It hurts my hands to use a mobile phone,

he’ll never ring it anyway, no doubt,

they’ll not have phones in Africa. Alone,

I’m dying a slow death since he walked out.

 

I trawl the bookshops searching for his name,

gold embossed letters lighting up a spine,

five hundred pages full of guilt and shame.

But naught in there comes equal to my crime:

I signed his name; betrayed, in black and white,

my son, the writer. No, pet, he’ll not write.

Çeviriler/ Translations: Anna Swir

 

Anna Świrszczyńska (Anna Swir)

 

KAPI ARALIĞINDAKİ KONUŞMA

 

Sabahın saat beşinde

çalıyorum kapısını adamın.

Kapıdan sesleniyorum:

Siliska Caddesi’ndeki hastanede

bir asker, oğlunuz, ölüyor.

 

Adam kapıyı yarım aralıyor

kilidin zincirini çıkarmıyor.

Adamın arkasında karısı

titriyor.

 

Diyorum: Oğlunuz annesini çağırıyor

Adam: Annesi gelmeyecek, diyor.

Adamın arkasında kadın

titriyor.

 

Diyorum: Doktor şarap vermemize

izin verdi oğlunuza.

Adam: Bekleyin lütfen, diyor.

 

Kapı aralığından elime bir şişe tutuşturup  

kapıyı kilitliyor adam,

kapının ikinci anahtarını da kilitliyor. 

Kapının ardında adamın karısı

Doğum sancıları tutmuş gibi çığlık atmaya başlıyor.

 

 

PENCEREYİ AÇACAĞIM

 

Kucaklaşmamız  çok uzadı.

İliklerimize kadar seviştik.

Kemiklerimizin tıkırdadığını duyuyorum, görüyorum 

ikimizin iskeletini.  

 

Şimdi bekliyorum

gitmeni, ta ki

uzaklaşan ayak gürültün       

duyulmayıncaya değin. Artık sessizlik.        

 

Yalnız uyuyacağım bu gece

yatak örtülerinin paklığında.

Yalnızlık 

hijyenik olmanın ilk şartı.

Yalnızlık

duvarlarını genişletecek odamın,

pencereyi açacağım

bolca, ayaz bir hava dolacak içeri

trajedi kadar sıhhatli.

İnsan düşünceleri girecek içeri

ve insan endişeleri,

başkalarının talihsizlikleri, başkalarının ermişlikleri.    

Söyleşecekler sakince ve sertçe.

 

Bir daha gelme.

Ben bir hayvanım

nadiren.

 

DÜŞMANIN CESEDİNİ GÖMÜYORUM 

 

Ey düşman, sen de korkmuştun,

mükemmel bir makineli tüfek  vermelerine rağmen eline. 

Gözlerindeki korku

senden sonra öldü.

 

Makineli tüfeğin çok insan öldürdü

sen çok insanı duvara dizdin

senin de vaktin gelinceye kadar

hiçliğinde insanın. 

 

Çocukların yas tutacak senin için

merhametli davranırdın   

çocuklarına.

 

Ey düşman, gömeceğim cesedini 

kanla lekelediğin bu toprağa.

Toprak seni kabul edecek   

düşmanı değilmişsin gibi.

 

SEVGİYLE DOLUYOR İÇİM   

 

Sevgiyle doluyor içim

görkemli bir ağacın rüzgârla

denizsüngerinin okyanusla

güzel bir hayatın acıyla

zamanın ölümle

doluşu kadar.

A CONVERSATION THROUGH THE DOOR

 

At five in the morning

I knock on his door.

I say through the door:

In the hospital at Sliska Street

your son, a soldier, is dying.

 

He half-opens the door,

does not remove the chain.

Behind him his wife

shakes.

 

I say: your son asks his mother

to come.

He says: the mother won’t come.

Behind him the wife

shakes.

 

I say: the doctor allowed us

to give him wine.

He says: please wait.

 

He hands me a bottle through the door,

locks the door,

locks the door with a second key.

 

Behind the door his wife

begins to scream as if she were in labor.

 

 

I’LL OPEN THE WINDOW

 

Our embrace lasted too long.

We loved right down to the bone.

I hear the bones grind, I see

our two skeletons.

 

Now I am waiting

till you leave, till

the clatter of your shoes

is heard no more. Now, silence.

 

Tonight I am going to sleep alone

on the bedclothes of purity.

Aloneness

is the first hygienic measure.

Aloneness

will enlarge the walls of the room,

I will open the window

and the large, frosty air will enter,

healthy as tragedy.

Human thoughts will enter

and human concerns,

misfortune of others, saintliness of others.

They will converse softly and sternly.

 

Do not come anymore.

I am an animal

very rarely.

 

 

I BURY THE ENEMY’S BODY

 

Oh, enemy, you too were afraid

Though they gave you a splendid submachine gun

The fear in your eyes

Died later than you.

 

Your submachine gun killed many people,

you stood many people against the wall,

until for you too came the moment

of human nothingness.

 

Your children will mourn you,

you were kind

to your children.

 

Oh enemy, I bury your body

In the earth you stained with blood.

It will receive you

As though you were not its enemy.

 

I AM FILLED WITH LOVE

I am filled with love

as a great tree with the wind,

as a sponge with the ocean,

as a great life with suffering,

as time with death.

 

Lehçeden İngilizceye çeviren: Czeslaw Milosz ve Leonard Nathan

Türkçe çeviri: Elif Firuzi

 

Anna Świrszczyńska (Anna Swir)

 

Anna Swir veya tam adıyla Anna Świrszczyńska’ya yenilikçi, “yenileyici” bir şair demek yanlış olmaz. Polonyalı Swir şiir yazmaya 1930’lu yıllarda başladı ama onun tanınması yıllar sonra, araya bir de savaş girdikten sonra, ancak 1970’lı yıllarda yayımladığı iki kitapla oldu: Ben Bir Kadınım ve Barikatı Kurarken. Onun şiirlerindeki sakınmasız kadın erotizmi, bedenle ilişkilenme biçimi ve mahremiyetin derinliklerine dalan güçlü dil pek çoklarına ilham oldu. Onun olağanüstü çalışmaları Polonya şiirinde derin bir iz bırakmış, aynı zamanda Czeslaw Milos gibi patriyarkal kesimden insanlarda feminist uyanışa da yol açmıştır.  Kendisi de Polonya’nın önde gelen şairlerinden olan Nobel ödüllü Czesław Miłosz onun şiirleriyle birlikte hem maskülenliği yeniden düşünmek gerektiğini yazmış hem de şiirlerini İngilizceye çevirerek tanınmasına imkan sağlamıştır.   

 

Anna Swir 1909 yılında Warsaw’da sanatçı ve yoksul bir ailede doğdu. Erken yaşta çalışmaya başladı ve üniversiteye giderken aynı zamanda çalışarak kendi parasını kendi kazandı. Öğretmenlik ve editörlük yaptı. II. Dünya Savaşı’nın patlamasıyla  birlikte Swir Warsaw direniş hareketine katılarak  askeri hemşire olarak çalışmaya başladı.  Bu savaşı yaşamak Anna Swir’i derinden etkiledi, değiştirdi. Şehrinin merhametsizce yerle bir edilişine tanık oldu, savaşın  insanlık dışı vahşetini  yaşadı. Kendisi de ölüme çok yaklaştı, öyleki öldürülmesine sadece bir saat kala hayatı kurtuldu. Savaştan sonra Kraków’a taşındı ve hayatının sonuna kadar orada yaşadı.

Swir’in II. Dünya savaşında yaşadıklarını yazması ancak 30 yıl sonra mümkün oldu. Bu sayede şiirlerinde insanın acısına olduğu kadar yarattığı vahşete de aynı mesafeden bakabildi. Polonyalının cesurluğu ve vatanseverliği gibi milliyetçi söylemlere yakınlaşmadan, doğrudan ve keskin bir dille yazdı:

Önce kim verdiyse savaş emrini/ Bırakın onlar saysın şimdi cesetleri

Bir vejeteryen  olan ve yoga yapan Anna Swir hayvanlara, insanın doğa içindeki hiyerarşisine göz alıcı bir dikkat çeker. Julia Fiedorczuk’un aktarımıyla:

 

“Savaş zamanında ayakta kalmaya çalışan insanlar sarı çıyanlar ve bitler gibi ilginç ahbaplar edindiler. İnsanlar hoşlanılmayan bu yaratıklar gibi yaşama tutunmaya imrenecek kadar korku içindeydi. Swir bu küçük canlıları sevecenlikle olmasa da şefkatle yazdı. Onun şiirlerinde “sıcacık bitler” konuşmacının göğsünde ölümle felç olmuş bir şehir için birer umut taşıyıcısı gibi dolaştılar. Bedensel yaralanabilirlik insanla hakîr görülen bu hayvanlar arasında bir ortaklık kurar. Ancak bu ortaklık uzun süreli olamaz zira tehlike geçer geçmez konuşmacı (insan) üstün/lük pozisyonuna geri dönerek insan olmaya devam eder.”

 

Çeviren Elif Firuzi

*Bu çeviriler 13 Şubat 2020 tarihinde, Cumhuriyet Kitap Eki, Şiir Atlası sayfasında yayımlanmıştır. 

**Şiirler İngilizceden çevrilmiştir. Lehçeden İngilizceye Leonard Naten tarafından çevrilmiştir.

**Bu tanıtımı yazısını büyük ölçüde özetleyerek çevirdiğim yazısı için Julia Fiedorczuk’a teşekkür ederim.

 

İlgili okumalar için:

https://przekroj.pl/en/articles/feuilletons/an-introduction-to-anna-swirszczynskas-warsaw-uprising-poems

https://culture.pl/en/artist/anna-swirszczynska

http://bookhaven.stanford.edu/tag/anna-swir/