4 Kasım 2022 Cuma

 


                                            çoğul susuntu





İyilik Mektupları -1

 

7 Mayıs, Cuma

sevgili Gülten Akın,

 

içimde size yakın bir pencere açmaya Melahathanım şiirinizin sıcaklığıyla niyetlenmişim, bunu defterime o gün düştüğüm notlardan anlıyorum. notlarımın bir mektuba dönüşeceğini düşünmemiştim, o zaman. nedense sizi konuşması değil de birlikte susması daha kolay bir şair olarak yazmışım şiir hafızama. bu nedenle sizinle ne karşı karşıya ne yan yana oturup söyleşme fikri hiç geçmemiş aklımdan.  

 

üniversite yıllarında tanışıp sevdiğim, bölük pörçük bildiğim şiirlerinizi, siz bu yeryüzündeki yaşamağa veda ettikten çok sonra, yeniden ve topluca okuma düşüncesi, sizi bir iyice anlama fikri bende birkaç ay önce su yüzüne vurdu diyebilirim. sanırım yıl başında doğum gününüz etrafında yapılan anmalar sırasında bir şair arkadaşımın şiirlerinize bir türlü ısınamadığını söylemesi de vesile oldu buna. hakkınızda çıkan övgü yazılarından çok bu çekinceli yaklaşıma kendi hakiki cevabımı bulma ihtiyacı gelip kuruldu zihnimin baş köşesine. kitaplarınızı ilk baştan, derinlemesine ve doğrusu bir miktar da sorgulayarak yeniden okumaya böylece başladım. salgınla birlikte yeni yılda büyüklü küçüklü açılıp kapanmalar silsilesi içinde şiire dönmekten başka çaremizin olmadığı günlerdi.

 

kitaplarınızı okudukça şiirlerinizden sızan güçlü ışıktan, fotoğraflarınızda yüzünüzü dolduran derin sevecen gülümseyişten ve oğlunuzun açlık günlerinden öte yaşamınız hakkında pek fazla şey bilmediğimi de fark ettim. hatta yakınlarda Aksu Bora’nın sizin kızınız olduğunu öğrenmenin şaşkınlığını taşıdım üstümde birkaç gün. bu bilginin bana kadar gelmemiş olmasını tuhaf buldum.  sizin bir şair olarak bilinip tanınmanızla ilgili değildi elbette bu eksiklik. kendi uyumsuzluğuma, uzaklığıma yordum bu bağlantı kaybını. yurtdışında yaşadığım yılların getirdiği kopukluklardan biri olmalıydı. ait olduğunuz halde uzak kaldığınız bir yaşama dair boşlukları doldurmak uzun bir çaba gerektiriyor böylesi kopmalarda. 

 

düşünüyordum da, belki de sizinle kendi kendime söyleşme fikrinin tohumları Doğu-Batı Dîvanı’nı okurken atılmıştır zihnimdeki tarlaya. Enis Batur kitabının altı Dîvan’ından ilkini[1] sizin dizelerinizle açtı diye öyle ani bir sevinçle dolmuştu ki içim kitabı açınca, okumayı bırakıp hemen şaire bir teşekkür mektubu yazmaya kalkışacaktım neredeyse. sanırım, benim sınırlarımı aşan, sanki üstüme de vazife olmayan bu teşekkür etme arzusu sizi sahiplenmekten çok size tutunma isteğiyle ilgilidir. yazan bir kadın, bir şair,  sesime yakın bir yoldaş bilerek sizinle aynı tarafta olmak, aynı yola koyulma arzusu bende çocukluğumdan beri var olan bir çoğulluk arayışının yeni bir tezahürüydü sanki.   

 

şiir ve yazıyla başlayan tanışıklığın nasıl güçlü ve derin bir bağ oluşturduğunu muhtemel ki bilirsiniz. hiç tanışmadığımız birine mektup yazmak insanı epey müşkül bir duruma sokabilir, çünkü okuduklarımızla birlikte bizde içselleşen bu yeni “samimiyetten” şairin veya yazarın haberi yoktur. henüz başlayacak bu tanışıklık için ince bir sınır özenle aşılmayı bekler, şairin açıklığına benzer bir açıklıkla karşı gitmeyi gerektirir. aradaki tanışma dağı henüz aşılmamıştır. şair bize, yani bizimle birlikte onlarca insana içini açmıştır da, buyurun birlikte bir çay içelim, söyleşelim dememiştir… bizimle tanışmak, dahası söyleşmek isteyip istemeyeceği de bilinmezdir. bizim “coşkuyla” kurmak istediğimiz ilişkiyi, kendimizi açışımızı, dertlenmelerimizi sınırsız bir sabır ve hoşgörüyle karşılayıp karşılamayacağını bilmeyiz. işte böylesi  çekincelerle  kitaplarınızı okurken aldığım notlar, şiir ve yazılarınızda altını çizdiğim sözcük ve düşünceler muhtemelen o sayfalarda üstü örtülü kalacaktı. belki de kalacak demeliyim. her ne kadar adınıza açılan “mektup” çağrısı defterimdeki notlara kısmi bir heyecan getirdiyse de benim başlamış bulunduğum bu mektupları bitirip bitiremeyeceğim şimdilik meçhul. ben de önceden karar vermek yerine günlerin akışına bırakıyorum bu mektup fikrini.

                                                          

12 Mayıs, Çarşamba

 

taze sabah. baharın kıpır kıpır esintisi, neşesi balkona yerleşmiş, güzel bir günü haber veriyor.  sardunyaları, kedi çimini  sevinçle suluyorum. ebruli sardunyalarım açalı birkaç gün oldu, ama ben asıl kırmızı kadife sardunyaların açmasını bekliyorum; onlar da fasulye çalısı gibi boyuna uzayıp gidiyorlar. güneşe kadar yolları var bu gidişle, ama ara sıra çiçek açmayı da hatırlasalar iyi olacak.  

 

bugün sizinle söyleşmeye başlamam uzun zaman alıyor. siz ayarı hiç değişmeyen bir mesafeden, kitaplarınızın kapaklarından sevecenlikle izliyorsunuz beni. bazen muzipleşip ısınıyor sanki bakışlarınız, balkondaki kanepeye yayılan altı kitabın altı kapağından ayrı ayrı; yeşil gölgeli, kırmızı perdeli, sarı tozlu zamanların içinden gülümsüyor yüzünüz.  

 

dün akşam sizinle olan sessiz söyleşimizi veya balkonda yan yana susuşlarımızı düşünürken benim için bu söyleşinin temel arzusu nedir diye derinlemesine düşündüm. sanırım daha önce bahsettiğim kimi belirtilere, kimi karşılaşmalara rağmen beni bu söyleşiye ardımdan itekleyen asıl şey sizin ‘açlık günleri’ boyunca yaşadıklarınızın sarsıcı izleri oldu.  iki oğlumu büyütürken onların ufacık bir ateşlenmeyle nasıl da solduklarını, suları çekilip canları azaldığında o küçük nefesleri nasıl sarıp sarmalamak, bedenimle onlara yeniden can katmak istediğim zamanları hatırladım. beni heyecanlı özgürlüğümden, kendi başına bir insandan bir anneye dönüştüren o derin yaşantı ve endişe anlarını düşündüm. sizin ‘açlık günleri’ boyunca yaptığınız fiziksel ve içsel yolculuğu hakkıyla anlamam imkansız. yine de o çaresiz günler için size kırk iki gün boyunca yazarak, kâh çiçeklerle, kâh hikâyelerle seslenebilirim…sadece arzu ederseniz açıp okuyacağınız mektuplarla o zor günlerin ağırlığını paylaşabilir böylece yaşadıklarınızın ve o günlere dair yazdıklarınızın beyhude olmadığını haber verebilirim. dilerseniz radyoda şefkatli bir sesin okuduğu bir arkası yarın sayabilirsiniz mektuplarımı veya hem geçmişten hem sonrasından bahisler açan serinlikli bir ilkyaz söyleşisi…

 

14 Mayıs, Cuma

 

bahar sabahı. güneşin ilk ışıkları çitlembiğin dallarından henüz patlayarak açılmış çağla yeşili yapraklarda parıldayarak geziniyor. yapraklar hem ışıkla hem esintisiyle bahar sarhoşu, nazlı nazlı titreşiyorlar. serçeler heyecanla bir konup bir kaçıyorlar yapraklı dallara. bu tatlı telaş bir anda koca sesli bir gemi düdüğüyle kesiliyor. uzakta, bilinmeyen bir aciliyet dolduruyor havayı; gemi uzun uzun haber veriyor geldiğini veya geçtiğini iki yakaya ama kesilip gitmiyor ses. bir zoru bir darı varmış gibi yana yakıla öttürmeye devam ediyor düdüğünü. geçip gitmek için yer mi istiyor denizden, yoksa kıyılarınıza vuracağım diye mi uyarıyor etrafı, sürükleniyor mu dümeni bilinmiyor. bu hay huy böyle devam ederken o koca sesin karşısına cılız bir ses çıkıveriyor, ötüyor orta yerde. küçük, çelimsiz bir vapurun çaresiz inlemesi gibi çıkıyor bu ikinci ses. sanki biri bırakıp diğeri alıyor eline düdüğü, vapur ve gemi. canhıraş bir telaş içinde konuşuyor kaptanlar. sonra her şey sessizliğe gömülüyor… buradan suların nasıl telaşlandığını sonra nasıl yatıştığını göremiyorum, deniz susuyor uzakta. ben de kitaplarınıza dönüyorum.

 

kitaplarınızı okurken beni en çok etkileyen ve düşündürün özellik şiirlerinizde  akışı tersyüz eden ani yön değiştirmeler, kopmalar, boşluğa kurulan dizeler oluyor. tam ikinci yeniciler gibi yazmış diyecekken pat diye bitirdiğiniz bir dizenin beklentiyi ortada başı boş bırakması, açması veya dağıtması. şiire dağılan suskunluk. bu kopma anlarında şiirinizden uzaklaşan şair arkadaşımı hatırlıyorum ve onu biraz anlıyorum, derken bir sonraki şiirde yeniden soluklaşıp siliniyor bu duygu. sizdeki bu çıkıntılık hoşuma gidiyor. sözden koptuğunuz, ifadeden vazgeçtiğiniz bu anlara sızdığımı hissediyorum yavaş yavaş. yaşam ete kemiğe bürünüyor böyle anlarda.    

 

Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’nı okurken İslahiye’ye gidiyorum bugün. İslahiye dedem Feramuz Çavuş’un askerlik yaptığı yer aynı zamanda. Maraş’ın Kurtuluşu’nda değil, ama İkinci Dünya Savaşı sırasında İslahiye’de yapıyor askerliğini dedem. gündüzleri asker kışlaları, at ahırları yapılıyor, gece donlarını dolduran amansız bitlerden uyunmuyor. üç buçuk yıl kalıyor dedem Ökkeş’in diyarında. dayım diyor, “337’li derlerdi babama.” hey 14’lü 14’lü türküsündeki askerlerin 1314 yılı doğumlular olduğunu söylüyor eski takvimle. sonra İslahiye’nin nasıl kurulduğunu, Osmanlının iskân ve islah ederek zapturapt altına almak istediği aşiretlerin üzerine askeri birlikleri yolladığını anlatıyor. sizin destanınızla birleştiriyorum zihnimdeki görüntüleri. sonra diyorum, biz nerdeyse ezbere bildik Nâzım’ın Kuvayi Milliye Destanı’nın beher babını; Arhaveli İsmail’i, İstanbullu şoför Ahmet’i yakından tanıdık. şimdi Maraşlı Yemliha yerleştiriyor onların yanına, zihnimdeki tarih sayfasına:

 

“göç koydu gitti Yemliha’yı

dereye indi Yemliha

doğurdu, göbeğini taşla ezdi

sardı peştamala yürüdü

gün ikindide göçe yetişti.”

 

17 Mayıs, Pazartesi

 

taze sabah. üç haftalık sokak yasağı bugün bitti. insanlar kilitli dolaplardan kurtulurcasına telaşla çıktılar evlerden, mahallelerden fırlayıp sokaklara karıştılar. yollardan insanlar, sesler aktı, parklar çocuklara kavuştu. ben de uzun bir yürüyüşe çıktım; çiçekteki ağaçları, baharın taze otlarını, bulutları seyrettim. yürümeyi yeni öğrenmiş, elma yanaklı bir çocuk görmeyeli, çocuk kahkahası duymayalı ne çok olmuş.   

 

büyük hayatın coşkusu içinde sizinle söyleşirken buluyorum kendimi yine. kendiliğinden kimseye zararı olmayan mırıldanmalar neyse ne de size yazmak konusunda ikircikliyim hâlâ. adınıza açılmış mektup çağrısı beni biraz cesaretlendirse de size seslenmenin zorluğunu, sorumluluğunu tartıp duruyorum kafamda. sükûnetinizi bozmayacak güneşli bir mayıs gününden mi seslenmeli  size, bulutsuz bir gülümsemeyle mi, konuşmadan konuşarak? yoksa, kenar bir duvar dibinde yeni filizli yeşil otlara karışmış iki taze lale yumağından teşekkül bir susuntu mu büyütmeli aramızda…işin esası insan nasıl misafirlikte elindeki bardağı dantelli örtüye koymaya çekinirse ben de öyle tereddüt ediyorum sizinle söze başlamaya…


  

19 Mayıs, Çarşamba

 

rüzgâr çanı sabah meltemiyle dans ediyor. çitlembiğin taze yaprakları da çanın tatlı tınılarıyla dalgalanıyor, kâh güneşle yıkanıyor yapraklar, kâh ışıktan  kaçınarak salınıyorlar. yüzlerce yaprağın henüz birkaç haftalık olduğunu bilmek, aylarca çırılçıplak dal budak kalmış ağacın o sırada bahar hazırlığı yaptığına tanık olmak tılsımlı bir sevinç koyuyor içime.  

mektuplarımı size İstanbul’dan yazıyorum. o halde İstanbul’la ilgili bir anıyla bitirmeli, değil mi? Cevat Hoca canlı ayna içinden anlattıydı geçen gün sizi anarken. hani İstanbul’a geldiğinizde Süreya ve Cansever size İstanbul’u gezdirirlermiş, bir kız kardeşin (sanki şiirin de) elini tutar gibi davranırlarmış size biraz o zamanlar. siz o kadar da bilmez değilmişsiniz halbuki İstanbul’u, ama pek de  itiraz etmezmişsiniz onların bu huyuna. annemden, anneannemden, tanıdım ben o hali. kadınların çoktan bildiklerinin kendilerine anlatıldığında ses etmemeleri biraz da heves kırmamakla  ilgili olmalı. eski bir gelenek, tarihsel bir seziş gibi bildiklerini susarak, bekleyerek anlatanın yanıldığını anlamasını. biz kadınlar belki de o mahcubiyetin çiçeklenmesini bekliyoruz uzundur bu tarihi serüvende. sözün yetmeyeceği böyle zamanlarda bile bile buduyoruz sesimizi, sözümüzü kimseye bırakmadan elimizdeki gül makasıyla; kimi yaprağımızı, kimi uzuvlarımızı, uç veren filizlerimizi, ve kesilen yerlerden sızıyoruz. o sızılar, sızıntılar da ağıtlara, türkülere, şiire veya çoğul susuntulara dönüşüyor. açıp çiçeklendiğimiz de oluyor kimileyin, ses-lendikçe, çağrıldıkça, yazdıkça…  

 

sevgiyle selam ediyorum size İstanbul’dan.

 

Elif Firuzi



(ikinci mektubu da okumak isterseniz sayfayı aşağıya doğru kaydırınız) 

[1] Gri-Dîvan- Enis Batur

 




  çoğul susuntu

İyilik Mektupları - 2

 

5 Haziran, Cumartesi  

sevgili Gülten Akın,

 

bu size ikinci mektubum. kitaplarınızı okudukça size dair zihnimde yer edinen düşünceler, izlenimler, sisler durulduğunda, şiirlerinizde beni kavrayan, içimi uzun ayvanlar, geniş avlular ve yeşil  otlaklar kadar serinleten duygular yatıştığında yeniden düşünüyorum. Ağıtlar ve Türküler kitabınızdaki birikim, sözcük zenginliği ve tarih bilgisindeki büyük emek, kallavi ipek bir bulut olup süzülüyor ufukta.

 

kentli insana toprağı, insan sıcaklığını ve bütün bir coğrafya olarak Anadolu’yu Memleketimden İnsan Manzaraları’yla sevdirmişti Nâzım. sizin ağıtlar ve türkülerdeki şiirleriniz ise bu toprakları, memleketi bu sefer bir kadının gözüyle, diliyle ve duyuşuyla, susanların sesiyle şiir kılıyor. yeni kuşaklar ve özellikle kadınlar için yakın geçmiş zamanın yaşamını, tarihini ve o yaşama ait duyguların kaydını tutuyor. zira yaşam değiştikçe kimi duygular da kimi sözcükler gibi soluklaşıp siliniyor. sizin bıraktığınız yazılar ve şiirler, gür sularıyla akan pınarlar susayanların susuzluklarını dindirmek için oradalar. isteyen dönüp o pınarların suyundan içebilir, sesini dinleyebilir, o sese kendi sesini katıp çağlayabilir. kadınların veya hikâyede susan tarafın konuşamadığı anlatıların bir yanı hep eksik ve gölgeli kalıyor ve tarih sanki hep anlatanın defterinden okunan sarsılmaz yegane hakikat gibi itiraz etmeden dinlemeye zorluyor konuşma sırası isteyeni.

 

bugün sizi epey uzak bir yıla götüreceğim izninizle. eşinizin tayini dolayısıyla bir yıl yaşadığınız Şavşat’a. sizden on sekiz yıl sonra ben ortaokul okuyorum Şavşat’ta. babam sırası gelen çocuk okula gidebilsin diye  kasabada küçük bir ev kiralıyor. iki katlı, kerpiç bir binanın üst katında bir göz oda ve küçük bir mutfaktan oluşuyor ev. o tek odanın iki penceresi sokağı ve okulun bahçesini görüyor, babaannemle üç yıl yaşıyoruz orada. ben her gün sokağı geçip okula giderken babaannem hevesli gözlerle arkamdan bakıyor. biliyorum, çünkü okula giderken bazen dönüp el sallıyorum ona, o da hep pencerede oluyor, gülümsüyor. okula hiç gidememiş babaannem, sonra da daha büyük bir talihsizlikle genç kocası ölünce, ikinci gebeliğinde ölen kocasının kardeşiyle evlendirilmiş, kuma üstüne. şimdi benimle yeni bir gençlik tecrübe ediyor Gülbeyaz hanım. ben okula giderken siyah önlük altına pantolon giyiyorum, üstüne beyaz bir yaka takıyorum, koşarak iniyorum merdivenleri her sabah. işte o siyah beyaz okul yıllarından  hafızama kakılmış bir gün var. annem köyümüzden beni ve babaannemi ziyarete gelmiş, erzak getirmiş. pencerenin önündeki ahşap iskemlenin kenarına ilişmiş, perdenin ucundan sokağı seyrediyor.

 

birden bire, “vay, Zeliha Hanım” diye bir ses çınlıyor annemden taraf. hafif alaylı bir iç çekişle devam ediyor annem; “bir bakın hele, hocahanım olmuş da, topuklu giymiş…ne de döpiyesli, takımlı bir öğretmen olmuşsun, tıkır da tıkır yürüyüp geçiyorsun önümden, Zeliş…” annemin sesi, babaannemin ve benim şaşkın bakışlarımızın arasından geçip yere düşüyor, küçük odamıza, yerdeki çiçekli kilime yayılıyor şaşkınlık. annemin ilkokul arkadaşı, o zamanlar okumaya pek heves göstermeyen Zeliha okumuş lise öğretmeni olmuş. hep sınıf birincisi olmasına, bütün itirazlarına rağmen okutulmayan annem de sınıf arkadaşının, onun topuklu ayakkabılarının, döpiyesli takımının peşi sıra yürüyüp çıkmıştı pencereden az önce... kendi dünyasından, kayınvalidesinden, kızından, çiçekli kilimden kopup, akıp gitmişti düşlerinin canlı olduğu o yıllara. annem için okumanın takım elbise, ten rengi çorap, eşarpsız saçlar ve topuklu ayakkabılar içinde tek başına yürüyüp gitmekle eş olduğunu o zaman kavramıştım. annem, hepsi büyük şehirlerde, en önemli üniversitelerde okuyan üç erkek kardeşinden ayrı tutularak okutulmamıştı. evde annesi Gülzade hanıma, çifte çubuğa yardım etsin, dışarlarda namusuna halel gelmesin diye okula yollanmamıştı Cemile, diğer Cemileler, Semihalar, Perihanlar gibi. en büyük hayali okumak olan, zehir gibi zeki bir kız çocuğunun kızı olarak okuyabildiğim yere kadar okumak benim için mecburiyete dönüşmüştü o gün. bunu başarabilmek için kendi başıma bir işim, bir mesleğim olmalıydı her şeyden önce, sonra belki bir oda, belki bir ev... biraz da, mümkünse, annemin  kırılan hayallerini iyileştirmek gerekecekti geçmişinden..

 

şiiri ve sizi konuşmak için dayımla buluştuğumuz bir başka gün öğreniyorum Zeliha’nın hikâyesini. annemin öğretmen oluşuna imrendiği Zeliha bir gün, okul dönüşü evine girerken merdiven başında vuruluyor. tam sekiz yıl iz sürüyor boşandığı adam, sonunda adresi bulup, kalkıp geliyor Ankara’dan. özgürlüğünü yanına koymuyor Zeliş’in. bulur bulmaz, görür görmez bang bang. Zeliş’in kısa hayatı eriyen gül rengi bir mum gibi akıyor merdivenlerden, kuruyup soluyor, siliniyor sonra. okumuş, okumamış hayatlarımız ziyan oluyor kimi korkak ve cahil adamların elinde. Zeliş’in, Zelişlerin acısı geçiyor içime, öfkem kabarıp bileniyor, yeniden. 

 

 

11 Haziran, Cuma

 

bu sardunlara artık iyice coştu. yaprakların arasından birdenbire çıkıveren yeşil çubuklar tomur tomur pembe ve beyaz çiçeklerle doldu. çiçeklerle dolan sürgünler boy verip ağırlaştıkça saksılardan aşağılara sarkıp çiçek salkımlarına dönüştü. kırmızı sardunyalarım tomurcukta. sardunyalar haziranı seviyorlar...

 

şiirlerinizi okurken defterime aldığım notlardan bahsetmiştim mektubumun başlarında. bugün aldığım not, “oku” diye işaretlediğim bir sayfaya ait. işaretlediğim sayfanın ilk satırlarını okuduğumda duraksamış, sanki o ara o sokağa girmeye kendimi hazır hissetmemiştim. şimdi, sabahın verdiği cesaretle giriyorum bitimsiz gecenin soğuk sokağına…

siz de, içimin iyice inceldiği bu taze bahar sabahı beni bir güzel ağlatıyorsunuz o sokakta Gülten Hanım, alacağınız olsun. burnumu çeke çeke, herkes uyuduğu için rahat rahat ağlıyorum balkonda. yanaklarımda gözyaşlarımın ıslaklığıyla oturup kalıyorum bir süre. gecenin, sessizliğin, askerlerin silahlı soğuk ve tekinsiz işbirliği içinde eve getirilişinize tanık oluyorum. karanlığın içinde, çocukların yanında aranıza sokulan şiddetin içinde.  sonra sonra ablamı görmeye gittiğim o uzak şehirdeki gardiyan kadın, elindeki anahtarlar ve ardımdan kapanan kapıların sertliği, çokluğu, taşıdıkları tehdidin dehşeti geliyor aklıma. ablamı yabancı bir duvarın öte tarafında, başka bir uzaklıkta karşımda görmenin yarattığı sarsıntıyla hüngür hüngür ağlayışımı ve ablamın beni teselli edişini anımsıyorum. ondaki, içeridekinin dayanıklılığını ve dışarıdaki, bendeki beceriksiz çaresizliğin bizi nasıl yakınlaştırdığını.  o uzak şehirden dönerken bir yolculuğun insanı ne kadar değiştirebileceğinin farkında değildim. beni sistemin yüzüyle tanıştıran o yüksek duvarlar ve gürültülü kapılar, o kısa ziyaret, geçilen koyu koridorlar aklımdan hiç çıkmadı. bitimsiz geceyi okurken gölgemle yanı başınızda durdum, havadaki şiddetle çarpıştım, soluğumu tutup size sarılmak istedim..

 

 

17 Haziran, Perşembe

           

kırmızı sardunyam açtıı bu sabah! açtı gerçekten…kadife kırmızı taçyaprakları gün ışığında ateş gibi parlıyor, seyretmeye doyulmuyor. ne zaman orada olduğunu unutsam, “rengim ne kadar da güzel, baksana” diye fısıldıyor sanki. ben de dönüp dönüp bakıyorum iş arasında. lohusa kadın gibi şefkat gösteriyor, dil döküyorum al rengine, değil mi ki beşiz doğurdu bir batında güzel sardunyam.  

 

günün tazeliğine tezat sizi yine epey eski bir güne götüreceğim… çünkü sizinle ilintili meraklarım bana  yeni keşifler yaptırıyor ki şimdi anlatacaklarım beni epey  heyecanlandırdı. sizi böyle lafa tutmalarımı bağışlarsınız umarım…

 

bu kez Amerika yolculuğunuzda bir durak. İndianapolis havaalanı. İlhan Hoca[1] sizi almaya gelemiyor o gün, dersi var. sizi almaya havaalanına birini yolluyor. uzun boylu, kıvır kıvır saçlarıyla ferah yüzlü genç bir kadın yaklaşıyor, Amerikan aksanına kaçan Türkçesiyle sesleniyor size. sizi bu soğuk ve yabancı yerden alıp tanıdık birinin, bir dostunuzun sıcak evine götürecek. muhtemelen çok yorgunsunuz, yolculuk çok uzun sürmüş, “konuşmak” en son istediğiniz şey. genç kadın, Filiz size ilgiyle yaklaşıyor, sevecen, incelikli. birlikte yola koyuluyorsunuz. kendinizi koltuğa ağır bir yük gibi bırakmışsınız. yol arkadaşınızda sizinle tanışma heyecanı var elbette. sizi tanımak, konuşmak, söyleşmek, memleketi sormak istiyor ama çok kısa bir zaman zarfında bu arzusunu önce gemliyor sonra da tamamen vazgeçiyor. insanlar ve sözcükler, o gürültülü dünya sizin için hem büyük bir ağırlık hem de nasılsa çok uzakta, dışarıda ve siz muhtemelen sığındığınız yerden dışarıya çağrılmak istemiyorsunuz. kendi içinizde kalmak, bu yabancı ülke, şehir, ışıklar, akan sokaklar, tabelalar geçsin gitsin, size ilişmesin istiyorsunuz. Filiz anlıyor, kız kardeşim. bana şöyle bahsediyor o yolculuktan: “uzaklarda, ücra bir yerdeydi, oraya ulaşmak, onunla iletişim kurmak zordu, çok çekingen, hatta utangaç biri izlenimi veriyordu. ben de konuşmaya çalışmak, sohbet açmak istemedim. havaalanına gidip almıştım, şimdi ‘şoförlük yapıp’ yolcumu konuşmaya zorlamayayım, diye karar verdim.” böylece Filiz de kendi içine çekiliyor. yanında oturan şair kadından kendi annesine, annesinin dünyanın diğer ucundaki bir dağ yamacından yazıp Amerikalara ulaşan şiirli mektuplarına dönüyor.

 

ertesi sabah üniversitede konuşma yapmak için hazırlanıyorsunuz. üstünüzde kahverengi bir etek var. biraz çekinerek fermuarına yardım ediyor Filiz. aranızdaki konuşmalar fazla ilerlemediği için biraz tuhaf hissediyor kendini bu esnada, yine de bir yardımlaşma yakınlığı var yabancı bir ülkede aynı topraklardan iki kadın arasında. siz var gücünüz ve sorumluluk duygusuyla oradasınız, o konuşmayı yapıyorsunuz ama sanki başka bir dünyadan zorla ödünç alıp getirmişsiniz kendinizi. orada, o kırk duvarlı camlar arasında konuşurken üstünüzde yaşanan ağır günlerin size giydirdiği metal bir zırh mı vardı? Filiz ve ben bilemedik o karşılaşmayı konuşurken. ben 42. gün şiirlerinden, avluya dolup havada sarkıtlar gibi buz kesen o çığlıktan söz ettim. oğulları her gün solan, canı, feri, eti çekilen bedenlerine tanık olmanın dayanılmaz ağırlığından, oğlunuzun şiirlerini yakmasından… yine de sözü şöyle bitirdik kız kardeşimle; şair olmak sizi sağaltan bir şey olmalıydı. sizi onca uzaklıktan ve yaşantılardan kaldırıp Amerika’ya, o uzun yola, yolculuğa ikna eden tek şey şiir olabilirdi, şiir ve içinde barındırdığı ümitli duygular ve bir de insanın insan için yüklendiği sorumluluk duygusu.

 

işte böyle... sizinle hiç yüz yüze tanışmadık ama sizin o akşam geçtiğiniz eşikten  geçip aynı odada, İlhan Hoca’nın Anadolulu evinin aynı duvarlarında gezindi gözlerimiz. kız kardeşimle, benim canımın bir parçasıyla tanıştınız. karşılaşmalarımızın, yollarımızın bu kadarcık da olsa kesişmesi size yazmak için cesaret veriyor bana. ne ki size yazma kararım bunlardan ibaret değil yalnızca. siz onca yazdığınız için ben şimdi şiirlerinizi okuyup sözcüklerle, bilgiyle,  duyguyla dolup geçmişle zenginleşiyorum. şiirlerinizin bize sunduğu kıymetli miras, okuma keyfi ve açtığı yeni yollar için size teşekkür etmeliyim. mektupları bitirip postaya vermeli, şiiri, sevgiyi, şifayı çoğaltmalı, insana iyilikten seslenmeli…

 

kalkıp mutfağa geçiyorum, pencereyi açıp kuşların yemini pervaza bırakıyorum. önce kumrular, sonra serçeler, en son güvercinler buyur ediyorlar sabah kahvaltısına. güvercinler gelince kumrular ve serçeler kaçışarak daimi ikametgahları çitlembiğe dönüyorlar, yeniden sıralarının gelmesini bekliyorlar. bu sırada İrmik çıka geliyor musluğun başına, o da su sırasını beklemeye başlıyor. İrmik görününce bütün kuşlar kaçışıyor. pencereyi kapatıp kuşları kediden, kediyi  yanlış bir hamle yapmaktan koruyorum…musluğu açıyorum. bizim İrmik suyunu muhakkak musluktan, akar sudan içmek istiyor, bu arzusunu bir çok kez, uzun uzun sabırla ısrarla musluk başında bekleyerek bize öğretti ve kabul ettirdi... İrmik şıpır şıpır suyunu içerken akan suyun altındaki kap çiçekler için su tutuyor. bu ara çaydanlığa içme suyu ekleyip çocuklar için kahvaltı çayının altını yakıyorum. sonra dönüp musluğu kapatıyorum; “işin bitince şu suyu kapatsana, kuzum” diye şaka yollu çıkışıyorum İrmik’e. elimle tarif ediyorum musluğun nasıl kapatılacağını belki bininci kez. bu beyhude çabamla eğleniyorum bir yandan da.  

 

gün başlayıp ortalık karışmadan balkona geçip kitapları topluyorum, yeşil kapaktaki fotoğrafınız gülümsüyor, ben de gülümsüyorum, göz ucuyla sessizce veda ediyorum size.

 

çok sevgiler 

 

Elif Firuzi

 

 

 (son)

 



[1] Prof. Dr. İlhan Başgöz, Halk Bilimci.