28 Ekim 2016 Cuma

Geçişler




suskunlukta geçiliyor ara istasyonlar
çift taraflı
camda buğu fısıltılar

“oysaki” / raylar boyunca


https://www.youtube.com/watch?v=HvhVFCFqPd0

20 Ekim 2016 Perşembe

sevdiğim harfler: Z







sevdiğim harfler: Z 


'zamanlama' kelimesinin kökeni ile 'zaman ile mana' arasında bir ilişki var mı diye düşünürken, sözlüğü açıp, kökenine baktım, bağlantı bulamadım. açmışken z harfini biraz karıştırdım. z harfini ve içinden z geçen kelimeleri seviyorum. keşke hala/ ve daha çok kullanılıyor olsa dediğim kelimeler; zemheri, zer, zerde, zerdali, zıbın, zühre. bu arada Zühre Arapça bir isim, aynı zamanda güneşe en yakın ikinci gezegen yani Venüs'e verilen ad (bu tanımı görünce ardından Tahir'e baktım, temiz demekmiş ama astrolojiyle ilgisi yokmuş:) zer'in iki anlamı varmış; altını biliyordum, diğeri tohum saçmak, ekmek demekmiş. bu arada haz eskiden iki z ile, hazz olarak yazılırmış, yine Arapça kökenli bir kelime. alfabenin kısa ze halleri böyle:)

20 Ekim 2014'te yazdığım bir yazı

20 Eylül 2016 Salı






SIR

suyun yumuşak teninde
yuvarlanıp suya düştüm, fısıldadı gül..
yuvarlanıp suya düştüm, fısıldadı kiraz çiçeği..

gergefteki nakışı merak etti ay  
açıldı Zend Avesta okundu, sır 
 

sessizliğe sığamayan temaşa

peki ama şimdi..
niçin dalgalanıyor
bu hüzün perdeleri kalbimde




peki ama
neye benzer bir turuncu
aşktan başka


19 Eylül 2016 Pazartesi







*
kağıt çiçekleri açmış çakıllar
göçtükleri suların hikayesini onlara kim fısıldar?
okyanusları ve atları bilirdi Poseidon
renklerin muammasını kime sormalı?

hem derin hem nasıl şeffaf olur zaman,
gölün yeşiline daldıkça ruhu taşıyan bakışlar?  
hem ne söyler ki su benden habersiz bana
böyle içimi yatıştıran?

yaz turuncusu marigolds!
kadife güneş çiçekleri..
nasıl da neşelidirler şimdi
işte sırf bu yüzden
Hint tanrılarına açacağım içimi
ve nihayet soracağım taşların ve zerrelerin sırrını
kitabına Brahma’nın:

çakılları yol yapan nedir?
bizi o yola çeken ne?
nasıl biliriz hangi bakış bizimdir
ki açar, yumuşatır ve ışıtır içimizi?

insanın sırrını kimden sormalı?   /sırların seyrüseferi

18 Eylül 2016 Pazar


the wind, a messenger
 amidst earth and azure
carries the secret of life
and cherishes
the love
between him and her


11 Eylül 2016 Pazar

Nasıl da neşelidir, kadife çiçekleri şimdi!







                                                                                             
marigolds, Mary's God, kadife çiçeği, güneş çiçeği


eteklerimde çiçekli çingene neşesi, rüzgâr..
fısıldar;
yaz bitmedi ki..
Şiraz’ın şarabıyla sarhoş olmaya
hâlâ vakit var.

10 Eylül 2016 Cumartesi

Zelifre






ben Zelifre, nasılım..


Hayyam


Kağıt çiçekleri ve Hayyam


Yanında badeyle otur; Mahmud saltanatı budur.
Çengden dinle; Davud'un nağmesi budur.
Geleni geçeni alma ağzına artık.
Mutlu ol şimdi. Çünkü maksat budur.


5 Eylül 2016 Pazartesi

başka


başka bir ülkeye taşınsam başka bir isimle başka cümleler kursam
asiye, esma, june, sofia, tamara, zülefte,
başka kederlere yol alsam, başka sevinçlere,
yollar ıhlamur koksa, yıldızlı yasemin

dünya deniz koksa
kimse adımı sormasa

28 Haziran 2016 Salı


İYİLİK MEKTUPLARI II


Rüştü Onur'a 


“Sizin şiirleriniz çok hoşuma gitti. O kadarki, bir teneffüste, sigara içtiğimiz bir küçük odada okuyordum, dalmışım. Zil çaldı, sınıfa girmek için koşan arkadaşların arasına ben de katıldım. Tam umumi koridordan geçiyordum, bir de ne göreyim? Sigara ağzımda değil miymiş? Arkadaşlarım, ne yapıyorsun Rüştü, demeleriyle hemen sigarayı avucumda ezdim.”1
Sevgili Rüştü Onur, Sevgili Şair,
Biraz önce gökyüzünden yıldızlar çekildi, yıldızlar gidince kuşlar yeniden hareketlendi, sağa sola uçuşmaya başladılar. Şimdi, kuşlar, kırmızı kiremitli çatılar ve koca şehir, hep birlikte güneşi bekliyoruz. Güneş doğarken önünden geçen bulutlar yanakları kızarmış sevimli çocuklara benziyor. Yeryüzüne gürültü hâkim olmadan, sabahı gökyüzünü seyrederek karşılamayı seviyorum. Ve dünyayı yeni bir sabahın selamladığı bu saatlerde size bu mektubu yazıyorum.
Günlerdir kafamda tartıyor olmakla birlikte aslında bu mektubu size hangi nedenlerle yazdığımı tam olarak bilmiyorum. Bu nedenlerin, sağlam olmasını ve mektubu yazdıkça ortaya çıkmasını, içimde bilmediğim bir yerlerden aydınlığa ulaşmasını umuyorum.
Yazın ilk günlerinde Haydarpaşa Tren Garı’nda açılan kitap fuarında, tezgâhtan rasgele aldığım bir kitabın, rasgele açtığım bir sayfasında okudum sayfanın başındaki satırlarınızı. Sigarayı avcunda ezdiren bir hayat ve şiir coşkusu ve eylemi! Bunu sevdim. Kitabı kapatıp, parasını ödedim.
Kitabı yaz boyunca çantamda taşıdım; satırlarınızla, sesinizle birlikte nehirler ve şehirler aştık, gökyüzünden ülkelere baktık. Kitaptaki şiirlerin çoğunu bir çırpıda okudum, kimilerini atladım, bir an önce mektuplara geçtim, aklım onlardaydı. Mektuplarınızda tanışıklıklarınız, heyecanlarınız, hedefleriniz var, hemen hepsi şiire dair…
“Oktay Rıfat’la tanışıyoruz, çok iyi bir çocuk. O kadar sevimli ki… Birkaç şiirimi istedi. Beğendiğini söyledi ama herhalde ilk tanışmanın tesiriyle olacak.”
“Salâh, son yazdığın şiiri bana gönder. Onu tekrar kendim okumak isterdim. Olmaz mı? Okuyacak bir şeyim yok. Yeni çıkan tercümeleri okuyor musun? Nurullah Ataç’ın Haber’de çıkan yazılarını kesiyorsan bana da gönder.”
“Salah, Antoloji için harb sonu mu beklenecek? Antolojide ben de var mıyım?”
“Hastayım işte, bu nasıl unutulur bilmem ki..”
“Daha ne yazayım kardeşim. Bilmem bende ne yazacağımı bilmiyorum. Bu şiirimi güzel olduğu için değil, mektup boş gitmesin diye yazdım.”
Bahar
I
Bir sabah bütün kuşları
Çağırmak için odama
Sabahı bekleyeceğim pencerede.
Biliyorum güzel olacak
Kuşlarla hasbıhal sabah sabah
II
Ve saka kuşuna sesleneceğim,
Çocukken olduğu gibi
Erik ağacından…
III
Sokak dönüşünde annem,
Bütün kuşları,
Odamda bulacak,
Ve ben kim bilir o zaman,
Nerelerde olacağım?
Mektuplarınızı okudukça Zonguldak’tan ve hastalıktan başınızı kaldırıp, elinizi şiire, dostunuz Salâh’a ve oradan bütün dünyaya uzatma çabanıza tanık ve hayran oluyorum. İnsanın her daim elini uzatacağı bir yer, bir kurtuluş imkânı, bir umudunun olması hayati önem taşıyor. Mektuplarınızdan şiir coşkusu, şiirlerinizi yayımlatma ve dergi çıkarma hayalleriniz, heyecanınız taşıyor. Sizinle şiir coşkunuzdan, sokaklara arkamızda şiir bulutları bırakan garipliklerden tanış çıkıyoruz:
“…Mektubunuzu ve Orhan Veli’nin Garip adlı eserini aldım. Bugün benim için bayram oldu. Garip çok güzel. O, benim kitabım oldu. Ve ben onu parasız herkese dağıtmak gibi bir his duyuyorum. Bir gün limanda veya istasyonda kucağında bir yığın Garip olduğu halde beklesem. Ve yeni çıkan yolculara bu şehrin insanlarını tanımaları için birer tane versem. Ondan herkeste olsa. Bende olduğu gibi…Emin ol Salâh, şiirden hiçbir zaman bugünkü kadar bahsetmedim.Ve beni bugün saat 4’te caddeden bir çocuk gibi koşarak, hatta zıplayarak geçtiğimi görenler garip buldular. Evet ben artık Garip’im. Süleyman Efendi’yle akrabalığımız anadan geliyor.”
Ya Süleyman Efendi’yle akraba olmasaydınız, ne olurdu sevgili şair? Yazık olurdu… Çünkü genç yaşınıza, tedaviye ve dahi aşkı bulmuşluğunuza rağmen komşunuz Tanrı size hayat lütfunu esirgedi, kapınızı çalmadı. Hastalığınız nüksetti…
"Şehrin sokaklarında insanlar niye uyur /Niye şarkı söyler sarhoşlar camlarda
Niye gece kuşları,/Meyvasını paylaşır uykumuzun?
Niye büyük annem/Sarı bir gül kokan başörtüsünü
Örter üzerime?/Niye gece yarısı misafir gelmez
Halbuki Tanrı kapı komşumdur.”

Zonguldak ve İstanbul. Hayatınız, iki şehirde 22 yıllık bir yaşantı, çocukluğu saymazsak 8-10 yıl. Ne kadar kısa.. Buna rağmen şiir ve edebiyattaki, sanattaki yenilikleri izleyen ve sağlam bir değerlendirmeye tabi tutan, yeniye açık bir yaklaşıma sahipsiniz:
“Artık sanatkar, seyircisi mahdut bir tiyatronun kuklası olmaktan çıkmıştır.
Kendi kabuğu veya kozası içinde eser vermiye bocalıyan sanatkar gene kendi kabuğu içinde öldü. Sonbaharın müteverrim yapraklar melankolisinden ileri götürmiyen ve yıllardır çoban çeşmesine eski bir paçavra bağlayan şairin incir çekirdeğini doldurmayan eserini raflarımızdan atmış bulunuyoruz. Binaenaleyh Şehir’in çıkması bir zarurettir. Bu bahsi artık kapatıyorum.”
Petek, Şehir, Yaşamak… isimleri değişse de dergi çıkarma inancınızı, ömrünüzün son günlerine kadar bir kitap çıkarma ümit ve neşesini hiç kaybetmiyorsunuz..
“Ve ben bütün şiirlerimi mahrumiyet içinde yazdığım halde onlarda neden saadet kokuyor? Saadeti ömrümde bir kere tatmış adam değilim. Ve bütün insanlara haykırıyorum; Ben size düşünüyorum. Sizin beni düşünmediğinizi bildiğim halde.”
Şiirleriniz neden saadet kokuyor..
Bilmiyorum, bilmemekle birlikte bu bilinmezin; umut, tutku, yaşam ve şiir sevgisi, dünyanın en lüzumsuz haksızlığına karşı isyanla yoğrulu olduğunu düşünüyorum. Bu isyana yol olan şiirin sizin için aynı zamanda avuç avuç nefes gibi bir ihtiyaç da olduğu aşikâr; “Biz her gün sıtma geçiriyoruz. Şiir sıtması. Daha doğrusu nöbet geliyor.” Göğsünüzü ince hastalıkla tıkayan hayata, ince bir isyan; mahrumiyetlere rağmen, nöbet ertesi neşeli bir patlama, şiir! İşte, sizinle biraz da bu neşeli patlamadan tanışıyoruz..
Sizinle birkaç bakımdan tanıştığımıza göre size yazmak için kendimi gittikçe daha çok ikna olmuş buluyorum. Hem, sokaklarda iki nişanlı ve hasta gencin bir tabla üstünde sebze satışını, kadının tablanın başından ayrılıp bir daha geri dönmeyişini, yaşlı bir baba ve hasta bir eşin aynı evde, aynı kadına yas tutuşunu keder verici bulup, hiç bir şey söylemeden geçmek olur mu?..
Yine de, derinlere baktığımda, kitabı alışım ve bu mektubu yazışımdaki yegâne tohumun yıllar önce gördüğüm Kelebeğin Rüyası filmden aklıma kazılan hummalı şiir yazma sahnesinde vuku bulduğunu seziyorum. Küçücük bir odada, demir bir karyolada yatarken tutulduğunuz öksürük nöbeti, damarlarınızdan vahşi bir şiddetle çekilerek ağzınızdan fışkıran kan kırmızı mürekkebi hiç de boşa harcamıyor, her bir damlayı demli dizelere dönüştürüveriyorsunuz. Şairin duvarlara şiirden çığlıklar kazdığı hayat sahnesi! Mürekkebiniz bitmeden bir dize, bir kelime, bir harf daha yazma humması ve nihayetinde sesin, soluğun ve şiirin susması. Gözlerinizde puslu gülümsemeler, öfke nöbetleri ve nefesi tıkayan nice şiiri bilerek ölmek. Ölümüne şiirin daha iyi bir “tarifi” olabilir mi?..
Artık cümle acılardan muaf olduğunuz için, bu sahneyi de acınızı gördüğümü söylemek için yazabiliyorum.
Kanımca ne benim bu mektubu yazışım ve ne de hayatınızın kederli sonunun size kitaplar, filmler ve şiirlerle geri dönmesi sizi şimdi zerre kadar ilgilendirmiyordur. Zaten ölenin arkasından yapılan her şey geride kalanların, bize bırakılan mirasa verdiği değeri göstermekten ve yine hayatta olanlar için yeniden üretilmesinden ibarettir. Yine de mektuplarınızın, şiirlerinizin bir kez daha okunduğunu, satırlarınızın altının çizildiğini bilmenizin sizi mutlu edeceğine dair ruhani bir umut taşıyor, Ataç’a inanıyorum;
“Bilseydi hatırlanacağını / Ölümünden sonra / Memnun olurdu.”
Evet, antolojilere girdiniz, kitabınız çıktı; şairliğiniz, bir şiir adamı olarak yaşadığınız teslim edildi. Hakkınızda film bile yapıldı. Artık benim bir sayfalık mektubumun ne kıymeti olabilir ki. Lakin bir kez yoluma çıkmış bulundunuz ve ayaklarım beni bir gün Şair Leyla Sokağı’na taşıdı, orada oturup şiirlerinizi okudum ve o sokakta hiçbir izinize rastlamadım..
Ve mademki tanışıyoruz o halde vedalaşmak da boynumuzun borcu Sevgili Şair…
Kim bilir, belki de en iyi mektuplar ölmüş şairlere yazılır. Akıntıya karşı…
“Beni kaçır kaptan/Bu küçük şehirden/Çımacı olurum gemine/Hatta kürek çekmekte gelir elimden/Akıntıya karşı…
Selam eder, sevgiyle yanaklarınızdan öperim.
Erik ağacındaki saka kuşları da selam ederler.

Elif Firuzi

18 Ağustos 2016, İstanbul.

Rüştü Onur ve yakın dostları, Muzaffer Tayyip Uslu, Kemal Uluser, Behçet Necatigil ve kitabın yazarı Salâh Birsel’e saygılarımla.

Açıklamalar:
1) Behçet Necatigil’e yazdığı, 5-12-1939 tarihli mektuptan.
2) Diğer mektuplar Salâh Birsel’e yazılan mektuplardır. Bu mektupların kimisine “tarihsiz” notu düşülmüştür ve ben bu kelimeyi hep “talihsiz” diye okuyup kendimi düzeltip durdum.
3) Salâh Birsel’in Rüştü Onur kitabı 1956 yılında, Onur’un ölümünden 14 yıl sonra, Yeditepe Yayınları’ndan çıkar. Benim okuduğum Sel Yayıncılık 2. baskısıdır.
4) Bahar şiiri Servetifünun, 1943’te yayımlanmıştır.



25 Haziran 2016 Cumartesi


İYİLİK MEKTUPLARI- I



“Life is an orange.”
“Hayat bir portakaldır”, bunu bir filmde duymuş ve sevmiştim. Sonradan bununla Eluard'ın "Dünya mavidir, bir portakal gibi" dizesine atıf yapıldığını öğrenince daha çok sevdim. Bu küçük dize zor zamanlarda elimden tutup bana direnme gücü verdi ve hayata yeniden tutunmamı sağlayan bir inanış haline geldi; ışık, enerji ve hayat. Turuncu tutkum da böyle başladı, belki şiir tutkum da...

Yabancı bir şehir. Açık, aydınlık bir kapı. Pencerelerde çiçekler, çiçekli perdeler. Boyası dökülmüş turuncu duvarlarda hayat döngüsü. Dışarda deniz geçen bir sokak. Sandalye ve masalarda güneşin sakin neşesi. İçeriye dikiş makineli ev samimiyeti ve serin bir yaz sabahının sessiz coşkusu sinmiş. İnsan da insana iyilikle dokunmalı… Burada, Tiflis’teki bu kafede oturdum ve bir mektup yazdım.
Sevgili Zeynep,
Şiirlerini okuduğum şairlere mektup yazmayı ve onlara şiirlerini okurken altını çizdiğim dizelerin “görüldüğünü” haber vermeyi seviyorum. Bunu bir iyilik halinin paylaşılması olarak görüyorum. Bugün, senin kitabın elime geçince ve öykünü öğrenince yeni bir mektubun ilk satırları da aklıma düşmeye başladı. Yazdığım mektuplara kimi zaman aynı iyilikte, umutlandıran, şaşırtan ve iyiliği çoğaltan yanıtlar alıyorum, seviniyorum. Mektuplarımı içtenlikle ve yüzümde gülümsemeyle yazdığım için insanların bu samimiyeti hissedeceklerine inanıyorum. Şiirin birbirini tanımayan insanlar arasında insanı iyileştiren bir bağ kurduğunu, dizelerin yeni anlamlar bulduğunu, kelimelerin sayfalarda gülümsediklerini düşünerek mutlu oluyorum. Kimileyin mektuplarıma cevap almıyorum. Ben yine de yazmaya ve inanmaya devam ediyorum. 
Bu kez, hem senin adresin olmadığı hem de seni yormamak için mektubumu açıktan yazmaya karar veriyorum. Senin, mektubumu Amerikalıların meşhur verandalı evlerinden birinde, tavandan çiçekler sarkan bir verandanın tahta merdivenlerine oturarak okuduğunu hayal ediyorum. Serin bir akşam, yazın gündönümü ve tepede söylentiye göre “çilek gibi bir dolunay” var. Ay ise bana aşkı ve hüznü hatırlatıyor;
 “o kuş gerçekten yaralıydı
inanmayan çoban
bir başka kuşa verdi son nefesini”
Seni bu kadar erken yaşta hayatın Araf’ına dair yazmaya iten gücü, o gücün beslendiği nedenleri bilmiyorum. Şiirlerin bana bunun derin ihtiyaçlardan kaynaklandığını söylüyor. Ayrıca senin Tahran’da doğmuş olmanın ilahi bir gizi olmasını da kuvvetle istiyorum. Hayyam’ın ülkesinde, doğumunda kulağına şiir üflenmiş olmasın sakın?
Şiir yazmak bana inananların yaptığı bir iş gibi geliyor. Üstelik kendi kendimize yaptığımız konuşmaların içimizde birikip tortulaşması yerinebabamıza masallara dönüşmesi ne kadar da güzel..
“kızlarından babalarına masallar
görünmez bakışlarda”
Babaların da masallara ihtiyacı vardır ve üstelik kızları masal anlatırken babalarına bir türlü söyleyemedikleri şeyleri de masal arasına sıkıştırabilirler, değil mi?
Sevgili Zeynep, ben şiir yazmayı gölgeden çıkmaya benzetiyorum kimileyin. Kim gölgenin serinliğini terk edip güneşin yakıcılığına gönüllü olarak çıkmak ister ki, hem de çırılçıplak? Ancak içindeki derin üzüntü ve keder gölgede daha da dayanılmaz hale gelenler, değil mi?
“yağmuru izler güneş
gerçekten ne kötü
güneşi bekleyecek kadar
üzüntü”
Bedenimizin taşıyamayacağı kadar ağır üzüntü içindeyken ne yapmalı? Daha doğrusu, nasıl “iyi bir şey” yapmalı? “Deniz olunmalı oğlum!..”  Mr. Turner, şu meşhur ve tuhaf İngiliz ressam, boyadığı denizleri ve o denizi sürükleyen fırtınaları daha iyi anlamak ve hissetmek için fırtınalı bir gecede kendisini bir tekne direğine bağlatır ve saatlerce tekneyle birlikte savrularak fırtınada Araf’ın ışığını arar, dalgaları ve suyu dinler.Şairlerin fırtınayı tanımak için böyle deneyimlere ihtiyaçları yok. Ruhumuz bizi yeterince açık denizlere sürükleyip sonra kıyıya vurup duruyor. Peki bu sürüklenişleri, ruhun canhıraş hallerini hangi renge boyamalı?.. Veya hey, şiire sarılmalı! Ağır zamanlarda şiir bizi kötülüklerin elinden kurtaran bilge bir kahramana dönüşür ve biz kıvrana kıvrana şiire sarılır, şiir sarınır, şiir açarız.
Bazen de şiir fırtınada yırtılan ruhumuzu dolunay düşmüş bir dereye yatırır, yeni doğmuş bir bebeği hayata alıştırır gibi yunar, yatıştırır.
“Hafız, şiirin bana abıhayat içirdi.
Gel, doktoru bırak da benim şiirimi oku!”
Şirazlı Hafız Divanı
Sevgili Zeynep, sevgili gencecik şair; hayatının bu erken döneminde şiire sımsıkı sarılmış olmak için ne çok hissetmiş ve ne çok düşünmüş olmalısın… Seni cesaretinden ve inancından dolayı kutluyor, sevgiyle, sımsıkı kucaklıyorum.
(Hey remember, life is an orange!)
İyilikle,
Elif  Firuzi (21 Haziran 2016)

  • Zeynep Yasmin’in “araf’ın ışığı” adlı kitabı.
  • Görsel Tiflis’teki cafe Carpe Diem’e aittir.
  • “The Erth is blue like an orange, never a mistake, words do not lie” The Earh is blue, Paul Eduard.

19 Haziran 2016 Pazar


Life is an orange... bunu çok seviyorum. beni yeniden hayata bağlayan inanç.

ışık ve aydındınlık ve hayat. çiçekler ve çiçekli perdeler. boyası bozuk turuncu duvar. mavi sokak. sokaktan deniz mi geçiyor...sandalyelerdeki ve masalardaki güneş.dikiş makinalı ev samimiyetinde serin bir yaz. burada oturdum, hayatın sakinliğine dair kısacık sohbet ettim Geo ile. Bana dedesini anlatmıştı ve kardeşini. Birlikte İstanbul'a yaptıkları yolculuğu. İstanbuldan söz ederken bir roman kahramanından bahseder gibiydi.

(sonra bu yazı dönüşerek iyilik mektubu oldu)

29 Şubat 2016 Pazartesi





*

gizli bir el incitmeden siliyor şehrin üstündeki sisi
şiir açmış geceden ağaçlar
erguvan fısıltısı
bahar

gözleri çiçekli çocukları çağırıyor
Boğaz Köprüsü'ne ip atmış salıncaklar

saçlarında rüzgarla
bir Karadeniz'e uçuyor
bir Marmara'ya
gamzesi güzel kızlarla, gülüşü güzel oğlanlar


başını kaldırsan bulut
ayağını sürüsen deniz
uzansan martılarla vapurlar

yer sofrası kurulmuş kıyılarda
tabaklarda zeytin bol, dallarıyla...


'haydi Abbas vakit tamam'
bak nihayet geldi
bazı şehirlerde
mutluluk için
iftar saati!                   / mut-lu-luk  (Mayıs 2015)

23 Şubat 2016 Salı


Mektup

23 Şubat 2016

O'nunla İngiltere'de, küçük bir üniversite kasbasında tanışmış ve hemen birbirimizi sevmiştik. Bizi kaynaştıran şey isyankarlıktı diyebilirim.  O yabancı ülkede dostluğumuz bir kaç yıl sürdü, ülkelerimize döndükten sonra da mektuplaşmaya başladık. Yıllardır gidip gelen mektuplar ve doğum günleri için hediyelerle senede en az iki kez haberleştik. Birbirimizin hayatlarından haberdar olduk, birbirimizi ziyaret ettik.

İlk kez bu sene mektubunu da hediyesini de geciktirdim. Hediyeyi aldım ama bir türlü oturup mektubu yazamadım. Mektup yazmak insanın kendi içinde  hazır olmasını gerektiriyor. Bir türlü olamadım. Son mektubunda Suruç patlaması için üzüntülerini yazmıştı, beni merak etmişti. O patlamanın üstüne biz kaç patlama daha yaşamıştık...Oturup 'iyiyim' diyememiştim.

Nihayet dün mektup yazmaya oturdum.Güzel bir mektup kadığı bulamayınca kendim için aldığım deniz kapaklı bir deftere yazmaya başladım mektubu. Üç dört sayfa yazdım. Sıra doğum günü kartına geldi. Doğum günü kartı almamıştım...

Şubat ayı yoldan gül yaprakları toplamak için iyi bir aydır. Ay boyunca yollara atılmış, düşmüş veya çiçekçi kadınların etrafına saçılmış farklı renkte gül yapraklarını toplayıp defterlerin arasına koymuştum. Kimi zaman onları kabanımın cebinde unutmuş, unuttuğum bir anda elimi cebime attığımda oradaki kadife yapraklara dokunmaktan keyif alır olmuştum. Şimdi sakladığım gül yaprakları çok işe yarayacakti.. Onları toplayıp mektup yazdığım defterin boş sayfasına yapıştırdım.Üstüne de doğum günü mesajımı yazdım, defteri hediyelerle birlikte paket yapıp yolladım.




21 Şubat 2016 Pazar



                                                                                                                     
Şemsiye



Yıllar önce bir akşam kendi doğum günüme geç kalmış ve bir kucak çiçeği kaçırmıştım…O gün birçok güzel hediye yanında bir de kitap almıştım bir arkadaştan. Arkadaşım kitabı şu dizelerle imzalamıştı:

Bir kitapla dokunmayı
Bir kitaba dokunmayı
Hala eskitemedikleri için
Sevgisi içimde nar çiçeği
Ne mutlu bize değil mi?

A. B.

Bay B. ile pek yakın değildik, o yüzden bu girizgahı biraz tuhaf bulmakla beraber sevmiş, şiiri de şairin ve şiirin özgürlüğüne yormuştum.
……

Geçen kış mıydı, ondan önceki mi hatırlamıyorum. Çok gri bir gündü. İçim, şehir, sokak... Pis bir yağmur yağıyordu, sanki niyeti ıslatmak değil de yapışmaktı. İşe gitmek için yola çıkmış ve az sonra da acele tempomu bulmuştum. İnsanlar birbirine çarpıyor ve özür dilemiyordu, sokak çamurlu ve kalabalıktı. Bu kadar grinin arasında onu gördüm. Kocaman ve rengârenk şemsiyeleriyle sokağa gökkuşağı indirmiş gibiydi. Yanımdaki fotoğraf makinesini çıkarıp şemsiyelerin resmini çekmeye başladım. O, kendisinin de birkaç fotoğrafını çekmemi istedi. Olur, dedim, bana mail adresini yazarsan resimleri yollarım. Kimsede ne kalem ne kağıt vardı, biraz arandık. Çantamı açtım ve içinden o gün evden çıkarken çantaya attığım kitabı çıkardım. Şemsiyeci kitabın arka sayfasına e-posta  adresini yazarken birkaç fotoğraf daha çektim. Doğrusu ilginç fotoğraflar olmuştu; şiir kitabı okuyan renkli şemsiye satıcısı…

Adamdan ayrıldıktan sonra bu karşılaşmanın coşkusuyla gri havayı unuttum ve adamın e posta adresini yazdığı satırların altına şunları karaladım: 

şiiri gördüm
yağıyordu,
renkli bir şemsiye satıcısıyla
yolda.

Aradan aylar geçti, adamı unuttum, fotoğrafları yollamadım. Bir gün Özgecan için yapılan anmada gördüm onu, kalabalığın içinde dolaşıyor ve bu kez kadınlara düdük satıyordu. Fotoğrafları yollamadığımı hatırladım, içim ezildi, pişman oldu biraz. Sonra unuttum. Sanırım fotoğrafları da yer kaplıyor diye bilgisayardan da aklımdan da sildim.
…..

Metroyu bekliyorum. Biraz tenha gibi bugün. Önümden geçen adam dikkatimi çekiyor. Üstünde Facebook logosu ve bazı yazılar var, okumak için peşine takılıyorum. Adam fark edince açıklıyorum; “Okumaya çalışıyorum ne yazdığınızı…” ‘Facebook’un 14. yılı hayırlı olsun’ diyor yazı ve Türkiye haritası…O’nun için nasıl bir anlamı varsa. Bu sırada tren geliyor, acelece adamın fotoğrafını çekiyorum. Trenin kapısına yönelirken ‘fotoğrafınızı çektim arkadan’ diyorum, onay ister gibi. Onay veriyor ama biraz tereddütlü… ‘Ben de fotoğraf çekecek birini arıyordum.’ diyor, rica eder gibi. ‘Ama gidecekseniz…?’ Trenin kapısından ayağımı geri çekiyorum, ‘beklerim’ diyorum. Metronun Taksim yazısı altında birkaç fotoğrafını çekiyorum. O sırada bir sonraki tren geliyor, biniyoruz. ‘Bana telefonunuzu verirseniz size posta adresimi yazarım’ diyor. ‘Hayır, size telefonumu vermeyeceğim ama’ diyorum, çantamı karıştırırken, kağıt kalem çıkarıyorum. 'Buraya mail adresinizi yazarsanız'...diyerek çantada bulduğum banka dekontunu uzatıyorum. O dizlerinin üstüne çömelmiş mail adresini yazarken vagon sallanıyor, yolcuların gözleri bu tuhaf görünümlü adamla benim üzerimde gidip geliyor. Alt tireleri açıklayarak kağıdı bana uzatıyor ve yanımdan uzaklaşıyor. Ben kısa bir süre sonra ineceğim durağa gelip evin yolunu tutuyorum.

Eve yürürken bu küçülmüş adamı bir yerlerden hatırlar gibi olduğumu düşünüyorum. Ama nereden? Çantaya acelece tıktığım posta adresini çıkarıyorum. Bu el yazısı bana tanıdık geliyor. Adımlarım hızlanıyor, evin merdivenerini aceleyle çıkıyorum. Ayakkabılarımı çıkarmadan salona dalıyor ve kütüphanin raflarında kitabı arıyorum… Nerede, nerede.. Ah, işte buldum, kitabı nefes nefese açıp arka sayfasına bakıyorum; evet o, bu onun yazısı ve aynı eposta adresi! İçimde tuhaf bir mutluluk… O coşkuyla oturup telefondan fotoğrafları indiriyor ve gökkuşağı şemsiyecisine yolluyorum.

Adamın adı Feyman, kitabın adı 'Üstü Kalsın'


Şemsiye ve kitaplı fotoğrafları bulursam buraya ekleyeceğim ve Feyman'a yollayacağım.



20 Şubat 2016 Cumartesi


buraya yazmaya başlayalı bir yıl oldu. Yıl boyunca yazdığım şiirlerin çoğunu dergiler 'yayımlanmamış'  şartı aradıkları için yayından kaldırdım. Bu sene ülkenin içinden geçtiği karanlık günleri yazmak, küçük olay ve örneklerle tarihi kayıt altına almak gibi bir düşüncem var. Bakalım ilerleyecek mi veya nasıl ilerleyecek..



günlük

20 Şubat 2016 

Ah, allah aşkına ‘hepimiz pisliğin ortasındayız, kanıksadık’ demek nasıl bir insanlık halidir? Evet, pislik diz boyu ve biz ne yapacağımızı bilemez durumdayız. Kendimizi çaresiz hissediyoruz. Yıllardır sustuklarımızı Uğur Mumcu’da, Bahriye Uçok’ta, Gonca Kuriş’te, Gezi'de, Hırant'ın ve Berkin’in  ölümünde avaz avaz bağırdık. Sesimiz kısıldı. İmzalar attık, kadınlar ölmesin dedik, Barış diye bas bas bağırıyoruz. Durmadan öldürülüyoruz, gaz atılıyoruz, tehdit ediliyoruz, işimizden oluyoruz, korkutuluyoruz. Çok pis ve zalim bir dönemden geçiyoruz. Örgütsüz ve şaşkınız. Ancak “bu pislikte boğulmaya mahkumuz” demek kendimize dair gelecek için  de umut vermediğimiz bir nokta değil mi? ‘Hepimiz pislendik ve bu iş böyle, n'palım’ demekle ‘bu solculardan hiç bir şey olmaz’ demek bence aynı derecede umutsuz. İnsana da hiç bir şey katmıyor. Annem, ‘ben cesaretimi susmak için kullanıyorum evladım' der. Bazılarımızın, susuyorsam da kendimin, susuşumda bir cesaret olduğuna inanmak istiyorum. Günler ve mücadele bitmedi. Ölmezsek, gelecek günlerde hepimize çok ihtiyaç olacak bu ülkede. Eminim hepimizin direneceği, insanı koruyacağı küçük alanlar vardır. Yolumuzun üstündeki çiçekçiye günaydın demek, apartman kapıcısının halini hatrını sormak, fırıncıya nasılsın demek (İsmail’ı tekmeleyen fırıncılara!) evet, bu kadar küçük ama cesaret isteyen, insana insanı hatırlatan şeyler ki yaşadığımız günlerde en çok  buna ihtiyacımız var.