4 Kasım 2022 Cuma

 


                                            çoğul susuntu





İyilik Mektupları -1

 

7 Mayıs, Cuma

sevgili Gülten Akın,

 

içimde size yakın bir pencere açmaya Melahathanım şiirinizin sıcaklığıyla niyetlenmişim, bunu defterime o gün düştüğüm notlardan anlıyorum. notlarımın bir mektuba dönüşeceğini düşünmemiştim, o zaman. nedense sizi konuşması değil de birlikte susması daha kolay bir şair olarak yazmışım şiir hafızama. bu nedenle sizinle ne karşı karşıya ne yan yana oturup söyleşme fikri hiç geçmemiş aklımdan.  

 

üniversite yıllarında tanışıp sevdiğim, bölük pörçük bildiğim şiirlerinizi, siz bu yeryüzündeki yaşamağa veda ettikten çok sonra, yeniden ve topluca okuma düşüncesi, sizi bir iyice anlama fikri bende birkaç ay önce su yüzüne vurdu diyebilirim. sanırım yıl başında doğum gününüz etrafında yapılan anmalar sırasında bir şair arkadaşımın şiirlerinize bir türlü ısınamadığını söylemesi de vesile oldu buna. hakkınızda çıkan övgü yazılarından çok bu çekinceli yaklaşıma kendi hakiki cevabımı bulma ihtiyacı gelip kuruldu zihnimin baş köşesine. kitaplarınızı ilk baştan, derinlemesine ve doğrusu bir miktar da sorgulayarak yeniden okumaya böylece başladım. salgınla birlikte yeni yılda büyüklü küçüklü açılıp kapanmalar silsilesi içinde şiire dönmekten başka çaremizin olmadığı günlerdi.

 

kitaplarınızı okudukça şiirlerinizden sızan güçlü ışıktan, fotoğraflarınızda yüzünüzü dolduran derin sevecen gülümseyişten ve oğlunuzun açlık günlerinden öte yaşamınız hakkında pek fazla şey bilmediğimi de fark ettim. hatta yakınlarda Aksu Bora’nın sizin kızınız olduğunu öğrenmenin şaşkınlığını taşıdım üstümde birkaç gün. bu bilginin bana kadar gelmemiş olmasını tuhaf buldum.  sizin bir şair olarak bilinip tanınmanızla ilgili değildi elbette bu eksiklik. kendi uyumsuzluğuma, uzaklığıma yordum bu bağlantı kaybını. yurtdışında yaşadığım yılların getirdiği kopukluklardan biri olmalıydı. ait olduğunuz halde uzak kaldığınız bir yaşama dair boşlukları doldurmak uzun bir çaba gerektiriyor böylesi kopmalarda. 

 

düşünüyordum da, belki de sizinle kendi kendime söyleşme fikrinin tohumları Doğu-Batı Dîvanı’nı okurken atılmıştır zihnimdeki tarlaya. Enis Batur kitabının altı Dîvan’ından ilkini[1] sizin dizelerinizle açtı diye öyle ani bir sevinçle dolmuştu ki içim kitabı açınca, okumayı bırakıp hemen şaire bir teşekkür mektubu yazmaya kalkışacaktım neredeyse. sanırım, benim sınırlarımı aşan, sanki üstüme de vazife olmayan bu teşekkür etme arzusu sizi sahiplenmekten çok size tutunma isteğiyle ilgilidir. yazan bir kadın, bir şair,  sesime yakın bir yoldaş bilerek sizinle aynı tarafta olmak, aynı yola koyulma arzusu bende çocukluğumdan beri var olan bir çoğulluk arayışının yeni bir tezahürüydü sanki.   

 

şiir ve yazıyla başlayan tanışıklığın nasıl güçlü ve derin bir bağ oluşturduğunu muhtemel ki bilirsiniz. hiç tanışmadığımız birine mektup yazmak insanı epey müşkül bir duruma sokabilir, çünkü okuduklarımızla birlikte bizde içselleşen bu yeni “samimiyetten” şairin veya yazarın haberi yoktur. henüz başlayacak bu tanışıklık için ince bir sınır özenle aşılmayı bekler, şairin açıklığına benzer bir açıklıkla karşı gitmeyi gerektirir. aradaki tanışma dağı henüz aşılmamıştır. şair bize, yani bizimle birlikte onlarca insana içini açmıştır da, buyurun birlikte bir çay içelim, söyleşelim dememiştir… bizimle tanışmak, dahası söyleşmek isteyip istemeyeceği de bilinmezdir. bizim “coşkuyla” kurmak istediğimiz ilişkiyi, kendimizi açışımızı, dertlenmelerimizi sınırsız bir sabır ve hoşgörüyle karşılayıp karşılamayacağını bilmeyiz. işte böylesi  çekincelerle  kitaplarınızı okurken aldığım notlar, şiir ve yazılarınızda altını çizdiğim sözcük ve düşünceler muhtemelen o sayfalarda üstü örtülü kalacaktı. belki de kalacak demeliyim. her ne kadar adınıza açılan “mektup” çağrısı defterimdeki notlara kısmi bir heyecan getirdiyse de benim başlamış bulunduğum bu mektupları bitirip bitiremeyeceğim şimdilik meçhul. ben de önceden karar vermek yerine günlerin akışına bırakıyorum bu mektup fikrini.

                                                          

12 Mayıs, Çarşamba

 

taze sabah. baharın kıpır kıpır esintisi, neşesi balkona yerleşmiş, güzel bir günü haber veriyor.  sardunyaları, kedi çimini  sevinçle suluyorum. ebruli sardunyalarım açalı birkaç gün oldu, ama ben asıl kırmızı kadife sardunyaların açmasını bekliyorum; onlar da fasulye çalısı gibi boyuna uzayıp gidiyorlar. güneşe kadar yolları var bu gidişle, ama ara sıra çiçek açmayı da hatırlasalar iyi olacak.  

 

bugün sizinle söyleşmeye başlamam uzun zaman alıyor. siz ayarı hiç değişmeyen bir mesafeden, kitaplarınızın kapaklarından sevecenlikle izliyorsunuz beni. bazen muzipleşip ısınıyor sanki bakışlarınız, balkondaki kanepeye yayılan altı kitabın altı kapağından ayrı ayrı; yeşil gölgeli, kırmızı perdeli, sarı tozlu zamanların içinden gülümsüyor yüzünüz.  

 

dün akşam sizinle olan sessiz söyleşimizi veya balkonda yan yana susuşlarımızı düşünürken benim için bu söyleşinin temel arzusu nedir diye derinlemesine düşündüm. sanırım daha önce bahsettiğim kimi belirtilere, kimi karşılaşmalara rağmen beni bu söyleşiye ardımdan itekleyen asıl şey sizin ‘açlık günleri’ boyunca yaşadıklarınızın sarsıcı izleri oldu.  iki oğlumu büyütürken onların ufacık bir ateşlenmeyle nasıl da solduklarını, suları çekilip canları azaldığında o küçük nefesleri nasıl sarıp sarmalamak, bedenimle onlara yeniden can katmak istediğim zamanları hatırladım. beni heyecanlı özgürlüğümden, kendi başına bir insandan bir anneye dönüştüren o derin yaşantı ve endişe anlarını düşündüm. sizin ‘açlık günleri’ boyunca yaptığınız fiziksel ve içsel yolculuğu hakkıyla anlamam imkansız. yine de o çaresiz günler için size kırk iki gün boyunca yazarak, kâh çiçeklerle, kâh hikâyelerle seslenebilirim…sadece arzu ederseniz açıp okuyacağınız mektuplarla o zor günlerin ağırlığını paylaşabilir böylece yaşadıklarınızın ve o günlere dair yazdıklarınızın beyhude olmadığını haber verebilirim. dilerseniz radyoda şefkatli bir sesin okuduğu bir arkası yarın sayabilirsiniz mektuplarımı veya hem geçmişten hem sonrasından bahisler açan serinlikli bir ilkyaz söyleşisi…

 

14 Mayıs, Cuma

 

bahar sabahı. güneşin ilk ışıkları çitlembiğin dallarından henüz patlayarak açılmış çağla yeşili yapraklarda parıldayarak geziniyor. yapraklar hem ışıkla hem esintisiyle bahar sarhoşu, nazlı nazlı titreşiyorlar. serçeler heyecanla bir konup bir kaçıyorlar yapraklı dallara. bu tatlı telaş bir anda koca sesli bir gemi düdüğüyle kesiliyor. uzakta, bilinmeyen bir aciliyet dolduruyor havayı; gemi uzun uzun haber veriyor geldiğini veya geçtiğini iki yakaya ama kesilip gitmiyor ses. bir zoru bir darı varmış gibi yana yakıla öttürmeye devam ediyor düdüğünü. geçip gitmek için yer mi istiyor denizden, yoksa kıyılarınıza vuracağım diye mi uyarıyor etrafı, sürükleniyor mu dümeni bilinmiyor. bu hay huy böyle devam ederken o koca sesin karşısına cılız bir ses çıkıveriyor, ötüyor orta yerde. küçük, çelimsiz bir vapurun çaresiz inlemesi gibi çıkıyor bu ikinci ses. sanki biri bırakıp diğeri alıyor eline düdüğü, vapur ve gemi. canhıraş bir telaş içinde konuşuyor kaptanlar. sonra her şey sessizliğe gömülüyor… buradan suların nasıl telaşlandığını sonra nasıl yatıştığını göremiyorum, deniz susuyor uzakta. ben de kitaplarınıza dönüyorum.

 

kitaplarınızı okurken beni en çok etkileyen ve düşündürün özellik şiirlerinizde  akışı tersyüz eden ani yön değiştirmeler, kopmalar, boşluğa kurulan dizeler oluyor. tam ikinci yeniciler gibi yazmış diyecekken pat diye bitirdiğiniz bir dizenin beklentiyi ortada başı boş bırakması, açması veya dağıtması. şiire dağılan suskunluk. bu kopma anlarında şiirinizden uzaklaşan şair arkadaşımı hatırlıyorum ve onu biraz anlıyorum, derken bir sonraki şiirde yeniden soluklaşıp siliniyor bu duygu. sizdeki bu çıkıntılık hoşuma gidiyor. sözden koptuğunuz, ifadeden vazgeçtiğiniz bu anlara sızdığımı hissediyorum yavaş yavaş. yaşam ete kemiğe bürünüyor böyle anlarda.    

 

Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’nı okurken İslahiye’ye gidiyorum bugün. İslahiye dedem Feramuz Çavuş’un askerlik yaptığı yer aynı zamanda. Maraş’ın Kurtuluşu’nda değil, ama İkinci Dünya Savaşı sırasında İslahiye’de yapıyor askerliğini dedem. gündüzleri asker kışlaları, at ahırları yapılıyor, gece donlarını dolduran amansız bitlerden uyunmuyor. üç buçuk yıl kalıyor dedem Ökkeş’in diyarında. dayım diyor, “337’li derlerdi babama.” hey 14’lü 14’lü türküsündeki askerlerin 1314 yılı doğumlular olduğunu söylüyor eski takvimle. sonra İslahiye’nin nasıl kurulduğunu, Osmanlının iskân ve islah ederek zapturapt altına almak istediği aşiretlerin üzerine askeri birlikleri yolladığını anlatıyor. sizin destanınızla birleştiriyorum zihnimdeki görüntüleri. sonra diyorum, biz nerdeyse ezbere bildik Nâzım’ın Kuvayi Milliye Destanı’nın beher babını; Arhaveli İsmail’i, İstanbullu şoför Ahmet’i yakından tanıdık. şimdi Maraşlı Yemliha yerleştiriyor onların yanına, zihnimdeki tarih sayfasına:

 

“göç koydu gitti Yemliha’yı

dereye indi Yemliha

doğurdu, göbeğini taşla ezdi

sardı peştamala yürüdü

gün ikindide göçe yetişti.”

 

17 Mayıs, Pazartesi

 

taze sabah. üç haftalık sokak yasağı bugün bitti. insanlar kilitli dolaplardan kurtulurcasına telaşla çıktılar evlerden, mahallelerden fırlayıp sokaklara karıştılar. yollardan insanlar, sesler aktı, parklar çocuklara kavuştu. ben de uzun bir yürüyüşe çıktım; çiçekteki ağaçları, baharın taze otlarını, bulutları seyrettim. yürümeyi yeni öğrenmiş, elma yanaklı bir çocuk görmeyeli, çocuk kahkahası duymayalı ne çok olmuş.   

 

büyük hayatın coşkusu içinde sizinle söyleşirken buluyorum kendimi yine. kendiliğinden kimseye zararı olmayan mırıldanmalar neyse ne de size yazmak konusunda ikircikliyim hâlâ. adınıza açılmış mektup çağrısı beni biraz cesaretlendirse de size seslenmenin zorluğunu, sorumluluğunu tartıp duruyorum kafamda. sükûnetinizi bozmayacak güneşli bir mayıs gününden mi seslenmeli  size, bulutsuz bir gülümsemeyle mi, konuşmadan konuşarak? yoksa, kenar bir duvar dibinde yeni filizli yeşil otlara karışmış iki taze lale yumağından teşekkül bir susuntu mu büyütmeli aramızda…işin esası insan nasıl misafirlikte elindeki bardağı dantelli örtüye koymaya çekinirse ben de öyle tereddüt ediyorum sizinle söze başlamaya…


  

19 Mayıs, Çarşamba

 

rüzgâr çanı sabah meltemiyle dans ediyor. çitlembiğin taze yaprakları da çanın tatlı tınılarıyla dalgalanıyor, kâh güneşle yıkanıyor yapraklar, kâh ışıktan  kaçınarak salınıyorlar. yüzlerce yaprağın henüz birkaç haftalık olduğunu bilmek, aylarca çırılçıplak dal budak kalmış ağacın o sırada bahar hazırlığı yaptığına tanık olmak tılsımlı bir sevinç koyuyor içime.  

mektuplarımı size İstanbul’dan yazıyorum. o halde İstanbul’la ilgili bir anıyla bitirmeli, değil mi? Cevat Hoca canlı ayna içinden anlattıydı geçen gün sizi anarken. hani İstanbul’a geldiğinizde Süreya ve Cansever size İstanbul’u gezdirirlermiş, bir kız kardeşin (sanki şiirin de) elini tutar gibi davranırlarmış size biraz o zamanlar. siz o kadar da bilmez değilmişsiniz halbuki İstanbul’u, ama pek de  itiraz etmezmişsiniz onların bu huyuna. annemden, anneannemden, tanıdım ben o hali. kadınların çoktan bildiklerinin kendilerine anlatıldığında ses etmemeleri biraz da heves kırmamakla  ilgili olmalı. eski bir gelenek, tarihsel bir seziş gibi bildiklerini susarak, bekleyerek anlatanın yanıldığını anlamasını. biz kadınlar belki de o mahcubiyetin çiçeklenmesini bekliyoruz uzundur bu tarihi serüvende. sözün yetmeyeceği böyle zamanlarda bile bile buduyoruz sesimizi, sözümüzü kimseye bırakmadan elimizdeki gül makasıyla; kimi yaprağımızı, kimi uzuvlarımızı, uç veren filizlerimizi, ve kesilen yerlerden sızıyoruz. o sızılar, sızıntılar da ağıtlara, türkülere, şiire veya çoğul susuntulara dönüşüyor. açıp çiçeklendiğimiz de oluyor kimileyin, ses-lendikçe, çağrıldıkça, yazdıkça…  

 

sevgiyle selam ediyorum size İstanbul’dan.

 

Elif Firuzi



(ikinci mektubu da okumak isterseniz sayfayı aşağıya doğru kaydırınız) 

[1] Gri-Dîvan- Enis Batur

Hiç yorum yok: