4 Kasım 2022 Cuma

 




  çoğul susuntu

İyilik Mektupları - 2

 

5 Haziran, Cumartesi  

sevgili Gülten Akın,

 

bu size ikinci mektubum. kitaplarınızı okudukça size dair zihnimde yer edinen düşünceler, izlenimler, sisler durulduğunda, şiirlerinizde beni kavrayan, içimi uzun ayvanlar, geniş avlular ve yeşil  otlaklar kadar serinleten duygular yatıştığında yeniden düşünüyorum. Ağıtlar ve Türküler kitabınızdaki birikim, sözcük zenginliği ve tarih bilgisindeki büyük emek, kallavi ipek bir bulut olup süzülüyor ufukta.

 

kentli insana toprağı, insan sıcaklığını ve bütün bir coğrafya olarak Anadolu’yu Memleketimden İnsan Manzaraları’yla sevdirmişti Nâzım. sizin ağıtlar ve türkülerdeki şiirleriniz ise bu toprakları, memleketi bu sefer bir kadının gözüyle, diliyle ve duyuşuyla, susanların sesiyle şiir kılıyor. yeni kuşaklar ve özellikle kadınlar için yakın geçmiş zamanın yaşamını, tarihini ve o yaşama ait duyguların kaydını tutuyor. zira yaşam değiştikçe kimi duygular da kimi sözcükler gibi soluklaşıp siliniyor. sizin bıraktığınız yazılar ve şiirler, gür sularıyla akan pınarlar susayanların susuzluklarını dindirmek için oradalar. isteyen dönüp o pınarların suyundan içebilir, sesini dinleyebilir, o sese kendi sesini katıp çağlayabilir. kadınların veya hikâyede susan tarafın konuşamadığı anlatıların bir yanı hep eksik ve gölgeli kalıyor ve tarih sanki hep anlatanın defterinden okunan sarsılmaz yegane hakikat gibi itiraz etmeden dinlemeye zorluyor konuşma sırası isteyeni.

 

bugün sizi epey uzak bir yıla götüreceğim izninizle. eşinizin tayini dolayısıyla bir yıl yaşadığınız Şavşat’a. sizden on sekiz yıl sonra ben ortaokul okuyorum Şavşat’ta. babam sırası gelen çocuk okula gidebilsin diye  kasabada küçük bir ev kiralıyor. iki katlı, kerpiç bir binanın üst katında bir göz oda ve küçük bir mutfaktan oluşuyor ev. o tek odanın iki penceresi sokağı ve okulun bahçesini görüyor, babaannemle üç yıl yaşıyoruz orada. ben her gün sokağı geçip okula giderken babaannem hevesli gözlerle arkamdan bakıyor. biliyorum, çünkü okula giderken bazen dönüp el sallıyorum ona, o da hep pencerede oluyor, gülümsüyor. okula hiç gidememiş babaannem, sonra da daha büyük bir talihsizlikle genç kocası ölünce, ikinci gebeliğinde ölen kocasının kardeşiyle evlendirilmiş, kuma üstüne. şimdi benimle yeni bir gençlik tecrübe ediyor Gülbeyaz hanım. ben okula giderken siyah önlük altına pantolon giyiyorum, üstüne beyaz bir yaka takıyorum, koşarak iniyorum merdivenleri her sabah. işte o siyah beyaz okul yıllarından  hafızama kakılmış bir gün var. annem köyümüzden beni ve babaannemi ziyarete gelmiş, erzak getirmiş. pencerenin önündeki ahşap iskemlenin kenarına ilişmiş, perdenin ucundan sokağı seyrediyor.

 

birden bire, “vay, Zeliha Hanım” diye bir ses çınlıyor annemden taraf. hafif alaylı bir iç çekişle devam ediyor annem; “bir bakın hele, hocahanım olmuş da, topuklu giymiş…ne de döpiyesli, takımlı bir öğretmen olmuşsun, tıkır da tıkır yürüyüp geçiyorsun önümden, Zeliş…” annemin sesi, babaannemin ve benim şaşkın bakışlarımızın arasından geçip yere düşüyor, küçük odamıza, yerdeki çiçekli kilime yayılıyor şaşkınlık. annemin ilkokul arkadaşı, o zamanlar okumaya pek heves göstermeyen Zeliha okumuş lise öğretmeni olmuş. hep sınıf birincisi olmasına, bütün itirazlarına rağmen okutulmayan annem de sınıf arkadaşının, onun topuklu ayakkabılarının, döpiyesli takımının peşi sıra yürüyüp çıkmıştı pencereden az önce... kendi dünyasından, kayınvalidesinden, kızından, çiçekli kilimden kopup, akıp gitmişti düşlerinin canlı olduğu o yıllara. annem için okumanın takım elbise, ten rengi çorap, eşarpsız saçlar ve topuklu ayakkabılar içinde tek başına yürüyüp gitmekle eş olduğunu o zaman kavramıştım. annem, hepsi büyük şehirlerde, en önemli üniversitelerde okuyan üç erkek kardeşinden ayrı tutularak okutulmamıştı. evde annesi Gülzade hanıma, çifte çubuğa yardım etsin, dışarlarda namusuna halel gelmesin diye okula yollanmamıştı Cemile, diğer Cemileler, Semihalar, Perihanlar gibi. en büyük hayali okumak olan, zehir gibi zeki bir kız çocuğunun kızı olarak okuyabildiğim yere kadar okumak benim için mecburiyete dönüşmüştü o gün. bunu başarabilmek için kendi başıma bir işim, bir mesleğim olmalıydı her şeyden önce, sonra belki bir oda, belki bir ev... biraz da, mümkünse, annemin  kırılan hayallerini iyileştirmek gerekecekti geçmişinden..

 

şiiri ve sizi konuşmak için dayımla buluştuğumuz bir başka gün öğreniyorum Zeliha’nın hikâyesini. annemin öğretmen oluşuna imrendiği Zeliha bir gün, okul dönüşü evine girerken merdiven başında vuruluyor. tam sekiz yıl iz sürüyor boşandığı adam, sonunda adresi bulup, kalkıp geliyor Ankara’dan. özgürlüğünü yanına koymuyor Zeliş’in. bulur bulmaz, görür görmez bang bang. Zeliş’in kısa hayatı eriyen gül rengi bir mum gibi akıyor merdivenlerden, kuruyup soluyor, siliniyor sonra. okumuş, okumamış hayatlarımız ziyan oluyor kimi korkak ve cahil adamların elinde. Zeliş’in, Zelişlerin acısı geçiyor içime, öfkem kabarıp bileniyor, yeniden. 

 

 

11 Haziran, Cuma

 

bu sardunlara artık iyice coştu. yaprakların arasından birdenbire çıkıveren yeşil çubuklar tomur tomur pembe ve beyaz çiçeklerle doldu. çiçeklerle dolan sürgünler boy verip ağırlaştıkça saksılardan aşağılara sarkıp çiçek salkımlarına dönüştü. kırmızı sardunyalarım tomurcukta. sardunyalar haziranı seviyorlar...

 

şiirlerinizi okurken defterime aldığım notlardan bahsetmiştim mektubumun başlarında. bugün aldığım not, “oku” diye işaretlediğim bir sayfaya ait. işaretlediğim sayfanın ilk satırlarını okuduğumda duraksamış, sanki o ara o sokağa girmeye kendimi hazır hissetmemiştim. şimdi, sabahın verdiği cesaretle giriyorum bitimsiz gecenin soğuk sokağına…

siz de, içimin iyice inceldiği bu taze bahar sabahı beni bir güzel ağlatıyorsunuz o sokakta Gülten Hanım, alacağınız olsun. burnumu çeke çeke, herkes uyuduğu için rahat rahat ağlıyorum balkonda. yanaklarımda gözyaşlarımın ıslaklığıyla oturup kalıyorum bir süre. gecenin, sessizliğin, askerlerin silahlı soğuk ve tekinsiz işbirliği içinde eve getirilişinize tanık oluyorum. karanlığın içinde, çocukların yanında aranıza sokulan şiddetin içinde.  sonra sonra ablamı görmeye gittiğim o uzak şehirdeki gardiyan kadın, elindeki anahtarlar ve ardımdan kapanan kapıların sertliği, çokluğu, taşıdıkları tehdidin dehşeti geliyor aklıma. ablamı yabancı bir duvarın öte tarafında, başka bir uzaklıkta karşımda görmenin yarattığı sarsıntıyla hüngür hüngür ağlayışımı ve ablamın beni teselli edişini anımsıyorum. ondaki, içeridekinin dayanıklılığını ve dışarıdaki, bendeki beceriksiz çaresizliğin bizi nasıl yakınlaştırdığını.  o uzak şehirden dönerken bir yolculuğun insanı ne kadar değiştirebileceğinin farkında değildim. beni sistemin yüzüyle tanıştıran o yüksek duvarlar ve gürültülü kapılar, o kısa ziyaret, geçilen koyu koridorlar aklımdan hiç çıkmadı. bitimsiz geceyi okurken gölgemle yanı başınızda durdum, havadaki şiddetle çarpıştım, soluğumu tutup size sarılmak istedim..

 

 

17 Haziran, Perşembe

           

kırmızı sardunyam açtıı bu sabah! açtı gerçekten…kadife kırmızı taçyaprakları gün ışığında ateş gibi parlıyor, seyretmeye doyulmuyor. ne zaman orada olduğunu unutsam, “rengim ne kadar da güzel, baksana” diye fısıldıyor sanki. ben de dönüp dönüp bakıyorum iş arasında. lohusa kadın gibi şefkat gösteriyor, dil döküyorum al rengine, değil mi ki beşiz doğurdu bir batında güzel sardunyam.  

 

günün tazeliğine tezat sizi yine epey eski bir güne götüreceğim… çünkü sizinle ilintili meraklarım bana  yeni keşifler yaptırıyor ki şimdi anlatacaklarım beni epey  heyecanlandırdı. sizi böyle lafa tutmalarımı bağışlarsınız umarım…

 

bu kez Amerika yolculuğunuzda bir durak. İndianapolis havaalanı. İlhan Hoca[1] sizi almaya gelemiyor o gün, dersi var. sizi almaya havaalanına birini yolluyor. uzun boylu, kıvır kıvır saçlarıyla ferah yüzlü genç bir kadın yaklaşıyor, Amerikan aksanına kaçan Türkçesiyle sesleniyor size. sizi bu soğuk ve yabancı yerden alıp tanıdık birinin, bir dostunuzun sıcak evine götürecek. muhtemelen çok yorgunsunuz, yolculuk çok uzun sürmüş, “konuşmak” en son istediğiniz şey. genç kadın, Filiz size ilgiyle yaklaşıyor, sevecen, incelikli. birlikte yola koyuluyorsunuz. kendinizi koltuğa ağır bir yük gibi bırakmışsınız. yol arkadaşınızda sizinle tanışma heyecanı var elbette. sizi tanımak, konuşmak, söyleşmek, memleketi sormak istiyor ama çok kısa bir zaman zarfında bu arzusunu önce gemliyor sonra da tamamen vazgeçiyor. insanlar ve sözcükler, o gürültülü dünya sizin için hem büyük bir ağırlık hem de nasılsa çok uzakta, dışarıda ve siz muhtemelen sığındığınız yerden dışarıya çağrılmak istemiyorsunuz. kendi içinizde kalmak, bu yabancı ülke, şehir, ışıklar, akan sokaklar, tabelalar geçsin gitsin, size ilişmesin istiyorsunuz. Filiz anlıyor, kız kardeşim. bana şöyle bahsediyor o yolculuktan: “uzaklarda, ücra bir yerdeydi, oraya ulaşmak, onunla iletişim kurmak zordu, çok çekingen, hatta utangaç biri izlenimi veriyordu. ben de konuşmaya çalışmak, sohbet açmak istemedim. havaalanına gidip almıştım, şimdi ‘şoförlük yapıp’ yolcumu konuşmaya zorlamayayım, diye karar verdim.” böylece Filiz de kendi içine çekiliyor. yanında oturan şair kadından kendi annesine, annesinin dünyanın diğer ucundaki bir dağ yamacından yazıp Amerikalara ulaşan şiirli mektuplarına dönüyor.

 

ertesi sabah üniversitede konuşma yapmak için hazırlanıyorsunuz. üstünüzde kahverengi bir etek var. biraz çekinerek fermuarına yardım ediyor Filiz. aranızdaki konuşmalar fazla ilerlemediği için biraz tuhaf hissediyor kendini bu esnada, yine de bir yardımlaşma yakınlığı var yabancı bir ülkede aynı topraklardan iki kadın arasında. siz var gücünüz ve sorumluluk duygusuyla oradasınız, o konuşmayı yapıyorsunuz ama sanki başka bir dünyadan zorla ödünç alıp getirmişsiniz kendinizi. orada, o kırk duvarlı camlar arasında konuşurken üstünüzde yaşanan ağır günlerin size giydirdiği metal bir zırh mı vardı? Filiz ve ben bilemedik o karşılaşmayı konuşurken. ben 42. gün şiirlerinden, avluya dolup havada sarkıtlar gibi buz kesen o çığlıktan söz ettim. oğulları her gün solan, canı, feri, eti çekilen bedenlerine tanık olmanın dayanılmaz ağırlığından, oğlunuzun şiirlerini yakmasından… yine de sözü şöyle bitirdik kız kardeşimle; şair olmak sizi sağaltan bir şey olmalıydı. sizi onca uzaklıktan ve yaşantılardan kaldırıp Amerika’ya, o uzun yola, yolculuğa ikna eden tek şey şiir olabilirdi, şiir ve içinde barındırdığı ümitli duygular ve bir de insanın insan için yüklendiği sorumluluk duygusu.

 

işte böyle... sizinle hiç yüz yüze tanışmadık ama sizin o akşam geçtiğiniz eşikten  geçip aynı odada, İlhan Hoca’nın Anadolulu evinin aynı duvarlarında gezindi gözlerimiz. kız kardeşimle, benim canımın bir parçasıyla tanıştınız. karşılaşmalarımızın, yollarımızın bu kadarcık da olsa kesişmesi size yazmak için cesaret veriyor bana. ne ki size yazma kararım bunlardan ibaret değil yalnızca. siz onca yazdığınız için ben şimdi şiirlerinizi okuyup sözcüklerle, bilgiyle,  duyguyla dolup geçmişle zenginleşiyorum. şiirlerinizin bize sunduğu kıymetli miras, okuma keyfi ve açtığı yeni yollar için size teşekkür etmeliyim. mektupları bitirip postaya vermeli, şiiri, sevgiyi, şifayı çoğaltmalı, insana iyilikten seslenmeli…

 

kalkıp mutfağa geçiyorum, pencereyi açıp kuşların yemini pervaza bırakıyorum. önce kumrular, sonra serçeler, en son güvercinler buyur ediyorlar sabah kahvaltısına. güvercinler gelince kumrular ve serçeler kaçışarak daimi ikametgahları çitlembiğe dönüyorlar, yeniden sıralarının gelmesini bekliyorlar. bu sırada İrmik çıka geliyor musluğun başına, o da su sırasını beklemeye başlıyor. İrmik görününce bütün kuşlar kaçışıyor. pencereyi kapatıp kuşları kediden, kediyi  yanlış bir hamle yapmaktan koruyorum…musluğu açıyorum. bizim İrmik suyunu muhakkak musluktan, akar sudan içmek istiyor, bu arzusunu bir çok kez, uzun uzun sabırla ısrarla musluk başında bekleyerek bize öğretti ve kabul ettirdi... İrmik şıpır şıpır suyunu içerken akan suyun altındaki kap çiçekler için su tutuyor. bu ara çaydanlığa içme suyu ekleyip çocuklar için kahvaltı çayının altını yakıyorum. sonra dönüp musluğu kapatıyorum; “işin bitince şu suyu kapatsana, kuzum” diye şaka yollu çıkışıyorum İrmik’e. elimle tarif ediyorum musluğun nasıl kapatılacağını belki bininci kez. bu beyhude çabamla eğleniyorum bir yandan da.  

 

gün başlayıp ortalık karışmadan balkona geçip kitapları topluyorum, yeşil kapaktaki fotoğrafınız gülümsüyor, ben de gülümsüyorum, göz ucuyla sessizce veda ediyorum size.

 

çok sevgiler 

 

Elif Firuzi

 

 

 (son)

 



[1] Prof. Dr. İlhan Başgöz, Halk Bilimci.

Hiç yorum yok: