29 Ocak 2023 Pazar
27 Kasım 2022 Pazar
yol uzuyor yol kısalıyor dönüyor güz
alelacele geçiyoruz sokakları bir süredir
sokaklar telaşlı adımlarımızı seviyor- hayat böyle daha yaşamaklı
arkadaşlarımız geliyor uzak kentlerin havasını getiriyor
sarılıyoruz ıtır kokuyoruz sarıldıkça seviniyoruz
ani bir dönüş kadar kısa bir an-çocuklar düşüyor hayattan
bilyeler, bisikletler, elif ba’lar kuran kitapları
öylece sönüyor içimizde beliren sevinç
boşluğu emiyor hayat, sesleri karartıları kesif öfkeyi
rüzgârdan yapraktan kuru bir neşe kalıyor sokakta
kederi külden seçemiyoruz gümüşü griden günler işte gölgeli
kedileri seviyoruz
kuşlara şarkı söylüyoruz
bahçeden incir topluyoruz
güz dönüyor, çocuklar sızıyor incirlerden
(iç. yeni e dergisi, Ocak 2022, S. 63)
4 Kasım 2022 Cuma
İyilik Mektupları -1
7 Mayıs, Cuma
sevgili Gülten Akın,
içimde size yakın bir pencere
açmaya Melahathanım şiirinizin sıcaklığıyla niyetlenmişim, bunu defterime o gün
düştüğüm notlardan anlıyorum. notlarımın bir mektuba dönüşeceğini
düşünmemiştim, o zaman. nedense sizi konuşması değil de birlikte susması daha
kolay bir şair olarak yazmışım şiir hafızama. bu nedenle sizinle ne karşı
karşıya ne yan yana oturup söyleşme fikri hiç geçmemiş aklımdan.
üniversite yıllarında tanışıp
sevdiğim, bölük pörçük bildiğim şiirlerinizi, siz bu yeryüzündeki yaşamağa veda
ettikten çok sonra, yeniden ve topluca okuma düşüncesi, sizi bir iyice anlama
fikri bende birkaç ay önce su yüzüne vurdu diyebilirim. sanırım yıl başında doğum
gününüz etrafında yapılan anmalar sırasında bir şair arkadaşımın şiirlerinize
bir türlü ısınamadığını söylemesi de vesile oldu buna. hakkınızda çıkan övgü
yazılarından çok bu çekinceli yaklaşıma kendi hakiki cevabımı bulma ihtiyacı
gelip kuruldu zihnimin baş köşesine. kitaplarınızı ilk baştan, derinlemesine ve
doğrusu bir miktar da sorgulayarak yeniden okumaya böylece başladım. salgınla
birlikte yeni yılda büyüklü küçüklü açılıp kapanmalar silsilesi içinde şiire
dönmekten başka çaremizin olmadığı günlerdi.
kitaplarınızı okudukça
şiirlerinizden sızan güçlü ışıktan, fotoğraflarınızda yüzünüzü dolduran derin
sevecen gülümseyişten ve oğlunuzun açlık günlerinden öte yaşamınız hakkında pek
fazla şey bilmediğimi de fark ettim. hatta yakınlarda Aksu Bora’nın sizin
kızınız olduğunu öğrenmenin şaşkınlığını taşıdım üstümde birkaç gün. bu
bilginin bana kadar gelmemiş olmasını tuhaf buldum. sizin bir şair olarak bilinip tanınmanızla
ilgili değildi elbette bu eksiklik. kendi uyumsuzluğuma, uzaklığıma yordum bu
bağlantı kaybını. yurtdışında yaşadığım yılların getirdiği kopukluklardan biri
olmalıydı. ait olduğunuz halde uzak kaldığınız bir yaşama dair boşlukları
doldurmak uzun bir çaba gerektiriyor böylesi kopmalarda.
düşünüyordum da, belki de sizinle kendi
kendime söyleşme fikrinin tohumları Doğu-Batı Dîvanı’nı
okurken atılmıştır zihnimdeki tarlaya. Enis Batur kitabının altı Dîvan’ından ilkini[1] sizin
dizelerinizle açtı diye öyle ani bir sevinçle dolmuştu ki içim kitabı açınca,
okumayı bırakıp hemen şaire bir teşekkür mektubu yazmaya kalkışacaktım
neredeyse. sanırım, benim sınırlarımı aşan, sanki üstüme de vazife olmayan bu
teşekkür etme arzusu sizi sahiplenmekten çok size tutunma isteğiyle ilgilidir.
yazan bir kadın, bir şair, sesime yakın bir
yoldaş bilerek sizinle aynı tarafta olmak, aynı yola koyulma arzusu bende
çocukluğumdan beri var olan bir çoğulluk arayışının yeni bir tezahürüydü sanki.
şiir ve yazıyla başlayan
tanışıklığın nasıl güçlü ve derin bir bağ oluşturduğunu muhtemel ki bilirsiniz.
hiç tanışmadığımız birine mektup yazmak insanı epey müşkül bir duruma
sokabilir, çünkü okuduklarımızla birlikte bizde içselleşen bu yeni “samimiyetten”
şairin veya yazarın haberi yoktur. henüz başlayacak bu tanışıklık için ince bir
sınır özenle aşılmayı bekler, şairin açıklığına benzer bir açıklıkla karşı
gitmeyi gerektirir. aradaki tanışma dağı henüz aşılmamıştır. şair bize, yani
bizimle birlikte onlarca insana içini açmıştır da, buyurun birlikte bir çay
içelim, söyleşelim dememiştir… bizimle tanışmak, dahası söyleşmek isteyip
istemeyeceği de bilinmezdir. bizim “coşkuyla” kurmak istediğimiz ilişkiyi,
kendimizi açışımızı, dertlenmelerimizi sınırsız bir sabır ve hoşgörüyle
karşılayıp karşılamayacağını bilmeyiz. işte böylesi çekincelerle kitaplarınızı okurken aldığım notlar, şiir ve
yazılarınızda altını çizdiğim sözcük ve düşünceler muhtemelen o sayfalarda üstü
örtülü kalacaktı. belki de kalacak demeliyim. her ne kadar adınıza açılan
“mektup” çağrısı defterimdeki notlara kısmi bir heyecan getirdiyse de benim başlamış
bulunduğum bu mektupları bitirip bitiremeyeceğim şimdilik meçhul. ben de
önceden karar vermek yerine günlerin akışına bırakıyorum bu mektup fikrini.
12 Mayıs,
Çarşamba
taze sabah. baharın kıpır kıpır
esintisi, neşesi balkona yerleşmiş, güzel bir günü haber veriyor. sardunyaları, kedi çimini sevinçle suluyorum. ebruli sardunyalarım açalı
birkaç gün oldu, ama ben asıl kırmızı kadife sardunyaların açmasını bekliyorum;
onlar da fasulye çalısı gibi boyuna uzayıp gidiyorlar. güneşe kadar yolları var
bu gidişle, ama ara sıra çiçek açmayı da hatırlasalar iyi olacak.
bugün sizinle söyleşmeye başlamam
uzun zaman alıyor. siz ayarı hiç değişmeyen bir mesafeden, kitaplarınızın
kapaklarından sevecenlikle izliyorsunuz beni. bazen muzipleşip ısınıyor sanki
bakışlarınız, balkondaki kanepeye yayılan altı kitabın altı kapağından ayrı
ayrı; yeşil gölgeli, kırmızı perdeli, sarı tozlu zamanların içinden gülümsüyor
yüzünüz.
dün akşam sizinle olan sessiz
söyleşimizi veya balkonda yan yana susuşlarımızı düşünürken benim için bu
söyleşinin temel arzusu nedir diye derinlemesine düşündüm. sanırım daha önce
bahsettiğim kimi belirtilere, kimi karşılaşmalara rağmen beni bu söyleşiye
ardımdan itekleyen asıl şey sizin ‘açlık günleri’ boyunca yaşadıklarınızın sarsıcı
izleri oldu. iki oğlumu büyütürken
onların ufacık bir ateşlenmeyle nasıl da solduklarını, suları çekilip canları
azaldığında o küçük nefesleri nasıl sarıp sarmalamak, bedenimle onlara yeniden
can katmak istediğim zamanları hatırladım. beni heyecanlı özgürlüğümden, kendi
başına bir insandan bir anneye dönüştüren o derin yaşantı ve endişe anlarını
düşündüm. sizin ‘açlık günleri’ boyunca yaptığınız fiziksel ve içsel yolculuğu
hakkıyla anlamam imkansız. yine de o çaresiz günler için size kırk iki gün
boyunca yazarak, kâh
çiçeklerle, kâh hikâyelerle seslenebilirim…sadece
arzu ederseniz açıp okuyacağınız mektuplarla o zor günlerin ağırlığını
paylaşabilir böylece yaşadıklarınızın ve o günlere dair yazdıklarınızın beyhude
olmadığını haber verebilirim. dilerseniz radyoda şefkatli bir sesin okuduğu bir
arkası yarın sayabilirsiniz mektuplarımı veya hem geçmişten hem sonrasından
bahisler açan serinlikli bir ilkyaz söyleşisi…
14 Mayıs,
Cuma
bahar sabahı. güneşin ilk ışıkları
çitlembiğin dallarından henüz patlayarak açılmış çağla yeşili yapraklarda parıldayarak
geziniyor. yapraklar hem ışıkla hem esintisiyle bahar sarhoşu, nazlı nazlı titreşiyorlar.
serçeler heyecanla bir konup bir kaçıyorlar yapraklı dallara. bu tatlı telaş bir
anda koca sesli bir gemi düdüğüyle kesiliyor. uzakta, bilinmeyen bir aciliyet dolduruyor
havayı; gemi uzun uzun haber veriyor geldiğini veya geçtiğini iki yakaya ama
kesilip gitmiyor ses. bir zoru bir darı varmış gibi yana yakıla öttürmeye devam
ediyor düdüğünü. geçip gitmek için yer mi istiyor denizden, yoksa kıyılarınıza
vuracağım diye mi uyarıyor etrafı, sürükleniyor mu dümeni bilinmiyor. bu hay
huy böyle devam ederken o koca sesin karşısına cılız bir ses çıkıveriyor, ötüyor
orta yerde. küçük, çelimsiz bir vapurun çaresiz inlemesi gibi çıkıyor bu ikinci
ses. sanki biri bırakıp diğeri alıyor eline düdüğü, vapur ve gemi. canhıraş bir
telaş içinde konuşuyor kaptanlar. sonra her şey sessizliğe gömülüyor… buradan
suların nasıl telaşlandığını sonra nasıl yatıştığını göremiyorum, deniz susuyor
uzakta. ben de kitaplarınıza dönüyorum.
kitaplarınızı okurken beni en çok etkileyen
ve düşündürün özellik şiirlerinizde akışı tersyüz eden ani yön değiştirmeler, kopmalar,
boşluğa kurulan dizeler oluyor. tam ikinci yeniciler gibi yazmış diyecekken pat
diye bitirdiğiniz bir dizenin beklentiyi ortada başı boş bırakması, açması veya
dağıtması. şiire dağılan suskunluk. bu kopma anlarında şiirinizden uzaklaşan
şair arkadaşımı hatırlıyorum ve onu biraz anlıyorum, derken bir sonraki şiirde yeniden
soluklaşıp siliniyor bu duygu. sizdeki bu çıkıntılık hoşuma gidiyor. sözden
koptuğunuz, ifadeden vazgeçtiğiniz bu anlara sızdığımı hissediyorum yavaş yavaş.
yaşam ete kemiğe bürünüyor böyle anlarda.
…
Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’nı
okurken İslahiye’ye gidiyorum bugün. İslahiye dedem Feramuz Çavuş’un askerlik
yaptığı yer aynı zamanda. Maraş’ın Kurtuluşu’nda değil, ama İkinci Dünya Savaşı
sırasında İslahiye’de yapıyor askerliğini dedem. gündüzleri asker kışlaları, at
ahırları yapılıyor, gece donlarını dolduran amansız bitlerden uyunmuyor. üç
buçuk yıl kalıyor dedem Ökkeş’in diyarında. dayım diyor, “337’li derlerdi
babama.” hey 14’lü 14’lü türküsündeki askerlerin 1314 yılı doğumlular olduğunu söylüyor
eski takvimle. sonra İslahiye’nin nasıl kurulduğunu, Osmanlının iskân ve islah ederek zapturapt
altına almak istediği aşiretlerin üzerine askeri birlikleri yolladığını
anlatıyor. sizin destanınızla birleştiriyorum zihnimdeki görüntüleri. sonra
diyorum, biz nerdeyse ezbere bildik Nâzım’ın Kuvayi Milliye Destanı’nın beher
babını; Arhaveli İsmail’i, İstanbullu şoför Ahmet’i yakından tanıdık. şimdi Maraşlı
Yemliha yerleştiriyor onların yanına, zihnimdeki tarih sayfasına:
“göç koydu gitti Yemliha’yı
dereye indi Yemliha
doğurdu, göbeğini taşla ezdi
sardı peştamala yürüdü
gün ikindide göçe yetişti.”
17 Mayıs,
Pazartesi
taze sabah. üç haftalık sokak
yasağı bugün bitti. insanlar kilitli dolaplardan kurtulurcasına telaşla çıktılar
evlerden, mahallelerden fırlayıp sokaklara karıştılar. yollardan insanlar,
sesler aktı, parklar çocuklara kavuştu. ben de uzun bir yürüyüşe çıktım; çiçekteki
ağaçları, baharın taze otlarını, bulutları seyrettim. yürümeyi yeni öğrenmiş,
elma yanaklı bir çocuk görmeyeli, çocuk kahkahası duymayalı ne çok olmuş.
büyük hayatın coşkusu içinde
sizinle söyleşirken buluyorum kendimi yine. kendiliğinden kimseye zararı
olmayan mırıldanmalar neyse ne de size yazmak konusunda ikircikliyim hâlâ. adınıza açılmış mektup
çağrısı beni biraz cesaretlendirse de size seslenmenin
zorluğunu, sorumluluğunu tartıp duruyorum kafamda. sükûnetinizi
bozmayacak güneşli bir mayıs gününden mi seslenmeli size, bulutsuz bir gülümsemeyle mi, konuşmadan
konuşarak? yoksa, kenar bir duvar dibinde yeni filizli yeşil otlara karışmış iki
taze lale yumağından teşekkül bir susuntu mu büyütmeli aramızda…işin esası insan
nasıl misafirlikte elindeki bardağı dantelli örtüye koymaya çekinirse ben de
öyle tereddüt ediyorum sizinle söze başlamaya…
19
Mayıs, Çarşamba
rüzgâr
çanı sabah meltemiyle dans ediyor. çitlembiğin taze yaprakları da çanın tatlı
tınılarıyla dalgalanıyor, kâh
güneşle yıkanıyor yapraklar, kâh
ışıktan kaçınarak salınıyorlar. yüzlerce
yaprağın henüz birkaç haftalık olduğunu bilmek, aylarca çırılçıplak dal budak
kalmış ağacın o sırada bahar hazırlığı yaptığına tanık olmak tılsımlı bir
sevinç koyuyor içime.
…
mektuplarımı size İstanbul’dan
yazıyorum. o halde İstanbul’la ilgili bir anıyla bitirmeli, değil mi? Cevat
Hoca canlı ayna içinden anlattıydı geçen gün sizi anarken. hani İstanbul’a
geldiğinizde Süreya ve Cansever size İstanbul’u gezdirirlermiş, bir kız
kardeşin (sanki şiirin de) elini tutar gibi davranırlarmış size biraz o
zamanlar. siz o kadar da bilmez değilmişsiniz halbuki İstanbul’u, ama pek
de itiraz etmezmişsiniz onların bu
huyuna. annemden, anneannemden, tanıdım ben o hali. kadınların çoktan
bildiklerinin kendilerine anlatıldığında ses etmemeleri biraz da heves
kırmamakla ilgili olmalı. eski bir
gelenek, tarihsel bir seziş gibi bildiklerini susarak, bekleyerek anlatanın
yanıldığını anlamasını. biz kadınlar belki de o mahcubiyetin çiçeklenmesini
bekliyoruz uzundur bu tarihi serüvende. sözün yetmeyeceği böyle zamanlarda bile
bile buduyoruz sesimizi, sözümüzü kimseye bırakmadan elimizdeki gül makasıyla; kimi
yaprağımızı, kimi uzuvlarımızı, uç veren filizlerimizi, ve kesilen yerlerden
sızıyoruz. o sızılar, sızıntılar da ağıtlara, türkülere, şiire veya çoğul
susuntulara dönüşüyor. açıp çiçeklendiğimiz de oluyor kimileyin, ses-lendikçe, çağrıldıkça,
yazdıkça…
sevgiyle selam ediyorum size İstanbul’dan.
Elif Firuzi
İyilik Mektupları - 2
5 Haziran, Cumartesi
sevgili
Gülten Akın,
bu
size ikinci mektubum. kitaplarınızı okudukça size dair zihnimde yer edinen
düşünceler, izlenimler, sisler durulduğunda, şiirlerinizde beni kavrayan, içimi
uzun ayvanlar, geniş avlular ve yeşil otlaklar kadar serinleten duygular
yatıştığında yeniden düşünüyorum. Ağıtlar ve Türküler kitabınızdaki birikim,
sözcük zenginliği ve tarih bilgisindeki büyük emek, kallavi ipek bir bulut olup
süzülüyor ufukta.
kentli
insana toprağı, insan sıcaklığını ve bütün bir coğrafya olarak Anadolu’yu Memleketimden
İnsan Manzaraları’yla sevdirmişti Nâzım. sizin ağıtlar ve türkülerdeki
şiirleriniz ise bu toprakları, memleketi bu sefer bir kadının gözüyle, diliyle
ve duyuşuyla, susanların sesiyle şiir kılıyor. yeni kuşaklar ve özellikle
kadınlar için yakın geçmiş zamanın yaşamını, tarihini ve o yaşama ait
duyguların kaydını tutuyor. zira yaşam değiştikçe kimi duygular da kimi sözcükler
gibi soluklaşıp siliniyor. sizin bıraktığınız yazılar ve şiirler, gür sularıyla
akan pınarlar susayanların susuzluklarını dindirmek için oradalar. isteyen dönüp
o pınarların suyundan içebilir, sesini dinleyebilir, o sese kendi sesini katıp
çağlayabilir. kadınların veya hikâyede susan tarafın konuşamadığı anlatıların bir
yanı hep eksik ve gölgeli kalıyor ve tarih sanki hep anlatanın defterinden
okunan sarsılmaz yegane hakikat gibi itiraz etmeden dinlemeye zorluyor konuşma
sırası isteyeni.
bugün
sizi epey uzak bir yıla götüreceğim izninizle. eşinizin tayini dolayısıyla bir
yıl yaşadığınız Şavşat’a. sizden on sekiz yıl sonra ben ortaokul okuyorum
Şavşat’ta. babam sırası gelen çocuk okula gidebilsin diye kasabada küçük bir ev kiralıyor. iki katlı,
kerpiç bir binanın üst katında bir göz oda ve küçük bir mutfaktan oluşuyor ev. o
tek odanın iki penceresi sokağı ve okulun bahçesini görüyor, babaannemle üç yıl
yaşıyoruz orada. ben her gün sokağı geçip okula giderken babaannem hevesli gözlerle
arkamdan bakıyor. biliyorum, çünkü okula giderken bazen dönüp el sallıyorum
ona, o da hep pencerede oluyor, gülümsüyor. okula hiç gidememiş babaannem,
sonra da daha büyük bir talihsizlikle genç kocası ölünce, ikinci gebeliğinde ölen
kocasının kardeşiyle evlendirilmiş, kuma üstüne. şimdi benimle yeni bir gençlik
tecrübe ediyor Gülbeyaz hanım. ben okula giderken siyah önlük altına pantolon
giyiyorum, üstüne beyaz bir yaka takıyorum, koşarak iniyorum merdivenleri her
sabah. işte o siyah beyaz okul yıllarından hafızama kakılmış bir gün var. annem köyümüzden
beni ve babaannemi ziyarete gelmiş, erzak getirmiş. pencerenin önündeki ahşap
iskemlenin kenarına ilişmiş, perdenin ucundan sokağı seyrediyor.
birden
bire, “vay, Zeliha Hanım” diye bir ses çınlıyor annemden taraf. hafif alaylı
bir iç çekişle devam ediyor annem; “bir bakın hele, hocahanım olmuş da, topuklu
giymiş…ne de döpiyesli, takımlı bir öğretmen olmuşsun, tıkır da tıkır yürüyüp
geçiyorsun önümden, Zeliş…” annemin sesi, babaannemin ve benim şaşkın
bakışlarımızın arasından geçip yere düşüyor, küçük odamıza, yerdeki çiçekli
kilime yayılıyor şaşkınlık. annemin ilkokul arkadaşı, o zamanlar okumaya pek
heves göstermeyen Zeliha okumuş lise öğretmeni olmuş. hep sınıf birincisi
olmasına, bütün itirazlarına rağmen okutulmayan annem de sınıf arkadaşının,
onun topuklu ayakkabılarının, döpiyesli takımının peşi sıra yürüyüp çıkmıştı
pencereden az önce... kendi dünyasından, kayınvalidesinden, kızından, çiçekli
kilimden kopup, akıp gitmişti düşlerinin canlı olduğu o yıllara. annem için
okumanın takım elbise, ten rengi çorap, eşarpsız saçlar ve topuklu ayakkabılar
içinde tek başına yürüyüp gitmekle eş olduğunu o zaman kavramıştım. annem,
hepsi büyük şehirlerde, en önemli üniversitelerde okuyan üç erkek kardeşinden
ayrı tutularak okutulmamıştı. evde annesi Gülzade hanıma, çifte çubuğa yardım
etsin, dışarlarda namusuna halel gelmesin diye okula yollanmamıştı Cemile,
diğer Cemileler, Semihalar, Perihanlar gibi. en büyük hayali okumak olan, zehir
gibi zeki bir kız çocuğunun kızı olarak okuyabildiğim yere kadar okumak benim
için mecburiyete dönüşmüştü o gün. bunu başarabilmek için kendi başıma bir
işim, bir mesleğim olmalıydı her şeyden önce, sonra belki bir oda, belki bir
ev... biraz da, mümkünse, annemin kırılan
hayallerini iyileştirmek gerekecekti geçmişinden..
şiiri
ve sizi konuşmak için dayımla buluştuğumuz bir başka gün öğreniyorum Zeliha’nın
hikâyesini. annemin öğretmen oluşuna imrendiği Zeliha bir gün, okul dönüşü
evine girerken merdiven başında vuruluyor. tam sekiz yıl iz sürüyor boşandığı adam,
sonunda adresi bulup, kalkıp geliyor Ankara’dan. özgürlüğünü yanına koymuyor
Zeliş’in. bulur bulmaz, görür görmez bang bang. Zeliş’in kısa hayatı eriyen gül
rengi bir mum gibi akıyor merdivenlerden, kuruyup soluyor, siliniyor sonra. okumuş,
okumamış hayatlarımız ziyan oluyor kimi korkak ve cahil adamların elinde.
Zeliş’in, Zelişlerin acısı geçiyor içime, öfkem kabarıp bileniyor, yeniden.
11 Haziran, Cuma
bu
sardunlara artık iyice coştu. yaprakların arasından birdenbire çıkıveren yeşil
çubuklar tomur tomur pembe ve beyaz çiçeklerle doldu. çiçeklerle dolan sürgünler
boy verip ağırlaştıkça saksılardan aşağılara sarkıp çiçek salkımlarına dönüştü.
kırmızı sardunyalarım tomurcukta. sardunyalar haziranı seviyorlar...
şiirlerinizi
okurken defterime aldığım notlardan bahsetmiştim mektubumun başlarında. bugün
aldığım not, “oku” diye işaretlediğim bir sayfaya ait. işaretlediğim sayfanın ilk
satırlarını okuduğumda duraksamış, sanki o ara o sokağa girmeye kendimi hazır
hissetmemiştim. şimdi, sabahın verdiği cesaretle giriyorum bitimsiz gecenin soğuk
sokağına…
…
siz
de, içimin iyice inceldiği bu taze bahar sabahı beni bir güzel ağlatıyorsunuz o
sokakta Gülten Hanım, alacağınız olsun. burnumu çeke çeke, herkes uyuduğu için rahat
rahat ağlıyorum balkonda. yanaklarımda gözyaşlarımın ıslaklığıyla oturup
kalıyorum bir süre. gecenin, sessizliğin, askerlerin silahlı soğuk ve tekinsiz
işbirliği içinde eve getirilişinize tanık oluyorum. karanlığın içinde, çocukların
yanında aranıza sokulan şiddetin içinde.
sonra sonra ablamı görmeye gittiğim o uzak şehirdeki gardiyan kadın,
elindeki anahtarlar ve ardımdan kapanan kapıların sertliği, çokluğu, taşıdıkları
tehdidin dehşeti geliyor aklıma. ablamı yabancı bir duvarın öte tarafında, başka
bir uzaklıkta karşımda görmenin yarattığı sarsıntıyla hüngür hüngür ağlayışımı
ve ablamın beni teselli edişini anımsıyorum. ondaki, içeridekinin dayanıklılığını
ve dışarıdaki, bendeki beceriksiz çaresizliğin bizi nasıl yakınlaştırdığını. o uzak şehirden dönerken bir yolculuğun insanı
ne kadar değiştirebileceğinin farkında değildim. beni sistemin yüzüyle tanıştıran
o yüksek duvarlar ve gürültülü kapılar, o kısa ziyaret, geçilen koyu koridorlar
aklımdan hiç çıkmadı. bitimsiz geceyi okurken gölgemle yanı başınızda durdum, havadaki
şiddetle çarpıştım, soluğumu tutup size sarılmak istedim..
17 Haziran, Perşembe
kırmızı sardunyam açtıı bu sabah! açtı gerçekten…kadife kırmızı taçyaprakları gün ışığında ateş gibi parlıyor, seyretmeye doyulmuyor. ne zaman orada olduğunu unutsam, “rengim ne kadar da güzel, baksana” diye fısıldıyor sanki. ben de dönüp dönüp bakıyorum iş arasında. lohusa kadın gibi şefkat gösteriyor, dil döküyorum al rengine, değil mi ki beşiz doğurdu bir batında güzel sardunyam.
günün
tazeliğine tezat sizi yine epey eski bir güne götüreceğim… çünkü sizinle
ilintili meraklarım bana yeni keşifler yaptırıyor
ki şimdi anlatacaklarım beni epey heyecanlandırdı. sizi böyle lafa tutmalarımı bağışlarsınız
umarım…
bu kez
Amerika yolculuğunuzda bir durak. İndianapolis havaalanı. İlhan Hoca[1] sizi
almaya gelemiyor o gün, dersi var. sizi almaya havaalanına birini yolluyor.
uzun boylu, kıvır kıvır saçlarıyla ferah yüzlü genç bir kadın yaklaşıyor,
Amerikan aksanına kaçan Türkçesiyle sesleniyor size. sizi bu soğuk ve yabancı
yerden alıp tanıdık birinin, bir dostunuzun sıcak evine götürecek. muhtemelen
çok yorgunsunuz, yolculuk çok uzun sürmüş, “konuşmak” en son istediğiniz şey. genç
kadın, Filiz size ilgiyle yaklaşıyor, sevecen, incelikli. birlikte yola
koyuluyorsunuz. kendinizi koltuğa ağır bir yük gibi bırakmışsınız. yol
arkadaşınızda sizinle tanışma heyecanı var elbette. sizi tanımak, konuşmak, söyleşmek,
memleketi sormak istiyor ama çok kısa bir zaman zarfında bu arzusunu önce
gemliyor sonra da tamamen vazgeçiyor. insanlar ve sözcükler, o gürültülü dünya
sizin için hem büyük bir ağırlık hem de nasılsa çok uzakta, dışarıda ve siz
muhtemelen sığındığınız yerden dışarıya çağrılmak istemiyorsunuz. kendi içinizde
kalmak, bu yabancı ülke, şehir, ışıklar, akan sokaklar, tabelalar geçsin
gitsin, size ilişmesin istiyorsunuz. Filiz anlıyor, kız kardeşim. bana şöyle
bahsediyor o yolculuktan: “uzaklarda, ücra bir yerdeydi, oraya ulaşmak, onunla
iletişim kurmak zordu, çok çekingen, hatta utangaç biri izlenimi veriyordu. ben
de konuşmaya çalışmak, sohbet açmak istemedim. havaalanına gidip almıştım,
şimdi ‘şoförlük yapıp’ yolcumu konuşmaya zorlamayayım, diye karar verdim.” böylece
Filiz de kendi içine çekiliyor. yanında oturan şair kadından kendi annesine,
annesinin dünyanın diğer ucundaki bir dağ yamacından yazıp Amerikalara ulaşan
şiirli mektuplarına dönüyor.
ertesi
sabah üniversitede konuşma yapmak için hazırlanıyorsunuz. üstünüzde kahverengi
bir etek var. biraz çekinerek fermuarına yardım ediyor Filiz. aranızdaki
konuşmalar fazla ilerlemediği için biraz tuhaf hissediyor kendini bu esnada,
yine de bir yardımlaşma yakınlığı var yabancı bir ülkede aynı topraklardan iki
kadın arasında. siz var gücünüz ve sorumluluk duygusuyla oradasınız, o
konuşmayı yapıyorsunuz ama sanki başka bir dünyadan zorla ödünç alıp
getirmişsiniz kendinizi. orada, o kırk duvarlı camlar arasında konuşurken üstünüzde
yaşanan ağır günlerin size giydirdiği metal bir zırh mı vardı? Filiz ve ben
bilemedik o karşılaşmayı konuşurken. ben 42. gün şiirlerinden, avluya dolup
havada sarkıtlar gibi buz kesen o çığlıktan söz ettim. oğulları her gün solan,
canı, feri, eti çekilen bedenlerine tanık olmanın dayanılmaz ağırlığından, oğlunuzun
şiirlerini yakmasından… yine de sözü şöyle bitirdik kız kardeşimle; şair olmak
sizi sağaltan bir şey olmalıydı. sizi onca uzaklıktan ve yaşantılardan kaldırıp
Amerika’ya, o uzun yola, yolculuğa ikna eden tek şey şiir olabilirdi, şiir ve
içinde barındırdığı ümitli duygular ve bir de insanın insan için yüklendiği
sorumluluk duygusu.
işte
böyle... sizinle hiç yüz yüze tanışmadık ama sizin o akşam geçtiğiniz
eşikten geçip aynı odada, İlhan Hoca’nın
Anadolulu evinin aynı duvarlarında gezindi gözlerimiz. kız kardeşimle, benim
canımın bir parçasıyla tanıştınız. karşılaşmalarımızın, yollarımızın bu kadarcık
da olsa kesişmesi size yazmak için cesaret veriyor bana. ne ki size yazma
kararım bunlardan ibaret değil yalnızca. siz onca yazdığınız için ben şimdi
şiirlerinizi okuyup sözcüklerle, bilgiyle, duyguyla dolup geçmişle zenginleşiyorum. şiirlerinizin
bize sunduğu kıymetli miras, okuma keyfi ve açtığı yeni yollar için size
teşekkür etmeliyim. mektupları bitirip postaya vermeli, şiiri, sevgiyi, şifayı çoğaltmalı,
insana iyilikten seslenmeli…
kalkıp
mutfağa geçiyorum, pencereyi açıp kuşların yemini pervaza bırakıyorum. önce
kumrular, sonra serçeler, en son güvercinler buyur ediyorlar sabah
kahvaltısına. güvercinler gelince kumrular ve serçeler kaçışarak daimi ikametgahları
çitlembiğe dönüyorlar, yeniden sıralarının gelmesini bekliyorlar. bu sırada İrmik
çıka geliyor musluğun başına, o da su sırasını beklemeye başlıyor. İrmik
görününce bütün kuşlar kaçışıyor. pencereyi kapatıp kuşları kediden, kediyi yanlış bir hamle yapmaktan koruyorum…musluğu
açıyorum. bizim İrmik suyunu muhakkak musluktan, akar sudan içmek istiyor, bu arzusunu
bir çok kez, uzun uzun sabırla ısrarla musluk başında bekleyerek bize öğretti
ve kabul ettirdi... İrmik şıpır şıpır suyunu içerken akan suyun altındaki kap
çiçekler için su tutuyor. bu ara çaydanlığa içme suyu ekleyip çocuklar için
kahvaltı çayının altını yakıyorum. sonra dönüp musluğu kapatıyorum; “işin
bitince şu suyu kapatsana, kuzum” diye şaka yollu çıkışıyorum İrmik’e. elimle tarif
ediyorum musluğun nasıl kapatılacağını belki bininci kez. bu beyhude çabamla
eğleniyorum bir yandan da.
gün
başlayıp ortalık karışmadan balkona geçip kitapları topluyorum, yeşil kapaktaki
fotoğrafınız gülümsüyor, ben de gülümsüyorum, göz ucuyla sessizce veda ediyorum
size.
Elif Firuzi
10 Mayıs 2022 Salı
büyüme yazı / Akatalpa Mayıs 2022
yamaçlardan aşağı yaz bulutları uçar
uçsuzluğuyla mahcup kılar beni gökkubbe
ben, memeleri yeni kabaran bir çocuk
nereden gelir bulur beni
rindlerin kederi
henüz ağarmamış sabahlarda
ellerimin sevinciyle dönerim, bir
kap köpüklü sütle
rüzgâr yolumu keser, eteğimi şişirir, içimde
bir yere seslenir
rüzgârın yüzüme bıraktığı nemi severim ve kazların birden havalanmasını
sislerin içinden uzun vadilere
yamaçlardan aşağı, ayaklarım
pancar otlarını ezer
toprak kenara çekilir, ufak taşlar
yuvarlanır
gök bizi izler
ben bu mavi göğün altında
ne suyum
ne dağ
ne ağaç
yamaçlardan aşağı bir gölge, bir
kalp
gölgem uzar, vadiyi geçer, dağa
yayılır
kendimin ehli değilim, çocuğum, kalbim
nemlenir.
Elif
Firuzi
17 Nisan 2022 Pazar
MARIUPOL
Tebrik ediyoruz seni Rusya
Bir kasabayı dümdüz ettin
Layık olduğun şakşaklar eşliğinde
Alaşağı et evleri de.
Bütün bunlar tamamladığında
Böyle vesikalı bir hak edişi
Yazık olmaz mı, taçlandırmazsan
Dümdüz ederek bir şehri?
Yeniden başlat taş devrini
Ve zahmete sokma kendini hiç
Moloz yığınlarının altındaki
Ölüleri gömmek için.
Senin o kudretli kalbin
Boğuk bir davul gibi çarpsın
Bütün şairlerin öldü
Şimdi iş başında kasapların.
George Szirtes
Çeviri: Elif Firuzi
https://parsomenfanzin.com/2022/04/10/mariupol-george-szirtes/
-
Anna Świrszczyńska (Anna Swir) KAPI ARALIĞINDAKİ KONUŞMA Sabahın saat beşinde çalıyorum kapısını adamın. Kapıdan sesleniyo...
-
"Masadan Ayrılan İçin" adlı şiirim Lacivert'in Mayıs- Haziran 2024 sayısında. Masadan Ayrılan İçin Öyleydi_____ gözün aynası...
-
Ilık Bir Gün ve şiir için bir düzeltme Bugünü nedense hep cumartesi olarak hissediyor, öyle düşünüyorum. Bir türlü salı’ya geçemiyor...