çoğul susuntu
İyilik Mektupları - 2
5 Haziran, Cumartesi
sevgili
Gülten Akın,
bu
size ikinci mektubum. kitaplarınızı okudukça size dair zihnimde yer edinen
düşünceler, izlenimler, sisler durulduğunda, şiirlerinizde beni kavrayan, içimi
uzun ayvanlar, geniş avlular ve yeşil otlaklar kadar serinleten duygular
yatıştığında yeniden düşünüyorum. Ağıtlar ve Türküler kitabınızdaki birikim,
sözcük zenginliği ve tarih bilgisindeki büyük emek, kallavi ipek bir bulut olup
süzülüyor ufukta.
kentli
insana toprağı, insan sıcaklığını ve bütün bir coğrafya olarak Anadolu’yu Memleketimden
İnsan Manzaraları’yla sevdirmişti Nâzım. sizin ağıtlar ve türkülerdeki
şiirleriniz ise bu toprakları, memleketi bu sefer bir kadının gözüyle, diliyle
ve duyuşuyla, susanların sesiyle şiir kılıyor. yeni kuşaklar ve özellikle
kadınlar için yakın geçmiş zamanın yaşamını, tarihini ve o yaşama ait
duyguların kaydını tutuyor. zira yaşam değiştikçe kimi duygular da kimi sözcükler
gibi soluklaşıp siliniyor. sizin bıraktığınız yazılar ve şiirler, gür sularıyla
akan pınarlar susayanların susuzluklarını dindirmek için oradalar. isteyen dönüp
o pınarların suyundan içebilir, sesini dinleyebilir, o sese kendi sesini katıp
çağlayabilir. kadınların veya hikâyede susan tarafın konuşamadığı anlatıların bir
yanı hep eksik ve gölgeli kalıyor ve tarih sanki hep anlatanın defterinden
okunan sarsılmaz yegane hakikat gibi itiraz etmeden dinlemeye zorluyor konuşma
sırası isteyeni.
bugün
sizi epey uzak bir yıla götüreceğim izninizle. eşinizin tayini dolayısıyla bir
yıl yaşadığınız Şavşat’a. sizden on sekiz yıl sonra ben ortaokul okuyorum
Şavşat’ta. babam sırası gelen çocuk okula gidebilsin diye kasabada küçük bir ev kiralıyor. iki katlı,
kerpiç bir binanın üst katında bir göz oda ve küçük bir mutfaktan oluşuyor ev. o
tek odanın iki penceresi sokağı ve okulun bahçesini görüyor, babaannemle üç yıl
yaşıyoruz orada. ben her gün sokağı geçip okula giderken babaannem hevesli gözlerle
arkamdan bakıyor. biliyorum, çünkü okula giderken bazen dönüp el sallıyorum
ona, o da hep pencerede oluyor, gülümsüyor. okula hiç gidememiş babaannem,
sonra da daha büyük bir talihsizlikle genç kocası ölünce, ikinci gebeliğinde ölen
kocasının kardeşiyle evlendirilmiş, kuma üstüne. şimdi benimle yeni bir gençlik
tecrübe ediyor Gülbeyaz hanım. ben okula giderken siyah önlük altına pantolon
giyiyorum, üstüne beyaz bir yaka takıyorum, koşarak iniyorum merdivenleri her
sabah. işte o siyah beyaz okul yıllarından hafızama kakılmış bir gün var. annem köyümüzden
beni ve babaannemi ziyarete gelmiş, erzak getirmiş. pencerenin önündeki ahşap
iskemlenin kenarına ilişmiş, perdenin ucundan sokağı seyrediyor.
birden
bire, “vay, Zeliha Hanım” diye bir ses çınlıyor annemden taraf. hafif alaylı
bir iç çekişle devam ediyor annem; “bir bakın hele, hocahanım olmuş da, topuklu
giymiş…ne de döpiyesli, takımlı bir öğretmen olmuşsun, tıkır da tıkır yürüyüp
geçiyorsun önümden, Zeliş…” annemin sesi, babaannemin ve benim şaşkın
bakışlarımızın arasından geçip yere düşüyor, küçük odamıza, yerdeki çiçekli
kilime yayılıyor şaşkınlık. annemin ilkokul arkadaşı, o zamanlar okumaya pek
heves göstermeyen Zeliha okumuş lise öğretmeni olmuş. hep sınıf birincisi
olmasına, bütün itirazlarına rağmen okutulmayan annem de sınıf arkadaşının,
onun topuklu ayakkabılarının, döpiyesli takımının peşi sıra yürüyüp çıkmıştı
pencereden az önce... kendi dünyasından, kayınvalidesinden, kızından, çiçekli
kilimden kopup, akıp gitmişti düşlerinin canlı olduğu o yıllara. annem için
okumanın takım elbise, ten rengi çorap, eşarpsız saçlar ve topuklu ayakkabılar
içinde tek başına yürüyüp gitmekle eş olduğunu o zaman kavramıştım. annem,
hepsi büyük şehirlerde, en önemli üniversitelerde okuyan üç erkek kardeşinden
ayrı tutularak okutulmamıştı. evde annesi Gülzade hanıma, çifte çubuğa yardım
etsin, dışarlarda namusuna halel gelmesin diye okula yollanmamıştı Cemile,
diğer Cemileler, Semihalar, Perihanlar gibi. en büyük hayali okumak olan, zehir
gibi zeki bir kız çocuğunun kızı olarak okuyabildiğim yere kadar okumak benim
için mecburiyete dönüşmüştü o gün. bunu başarabilmek için kendi başıma bir
işim, bir mesleğim olmalıydı her şeyden önce, sonra belki bir oda, belki bir
ev... biraz da, mümkünse, annemin kırılan
hayallerini iyileştirmek gerekecekti geçmişinden..
şiiri
ve sizi konuşmak için dayımla buluştuğumuz bir başka gün öğreniyorum Zeliha’nın
hikâyesini. annemin öğretmen oluşuna imrendiği Zeliha bir gün, okul dönüşü
evine girerken merdiven başında vuruluyor. tam sekiz yıl iz sürüyor boşandığı adam,
sonunda adresi bulup, kalkıp geliyor Ankara’dan. özgürlüğünü yanına koymuyor
Zeliş’in. bulur bulmaz, görür görmez bang bang. Zeliş’in kısa hayatı eriyen gül
rengi bir mum gibi akıyor merdivenlerden, kuruyup soluyor, siliniyor sonra. okumuş,
okumamış hayatlarımız ziyan oluyor kimi korkak ve cahil adamların elinde.
Zeliş’in, Zelişlerin acısı geçiyor içime, öfkem kabarıp bileniyor, yeniden.
11 Haziran, Cuma
bu
sardunlara artık iyice coştu. yaprakların arasından birdenbire çıkıveren yeşil
çubuklar tomur tomur pembe ve beyaz çiçeklerle doldu. çiçeklerle dolan sürgünler
boy verip ağırlaştıkça saksılardan aşağılara sarkıp çiçek salkımlarına dönüştü.
kırmızı sardunyalarım tomurcukta. sardunyalar haziranı seviyorlar...
şiirlerinizi
okurken defterime aldığım notlardan bahsetmiştim mektubumun başlarında. bugün
aldığım not, “oku” diye işaretlediğim bir sayfaya ait. işaretlediğim sayfanın ilk
satırlarını okuduğumda duraksamış, sanki o ara o sokağa girmeye kendimi hazır
hissetmemiştim. şimdi, sabahın verdiği cesaretle giriyorum bitimsiz gecenin soğuk
sokağına…
…
siz
de, içimin iyice inceldiği bu taze bahar sabahı beni bir güzel ağlatıyorsunuz o
sokakta Gülten Hanım, alacağınız olsun. burnumu çeke çeke, herkes uyuduğu için rahat
rahat ağlıyorum balkonda. yanaklarımda gözyaşlarımın ıslaklığıyla oturup
kalıyorum bir süre. gecenin, sessizliğin, askerlerin silahlı soğuk ve tekinsiz
işbirliği içinde eve getirilişinize tanık oluyorum. karanlığın içinde, çocukların
yanında aranıza sokulan şiddetin içinde.
sonra sonra ablamı görmeye gittiğim o uzak şehirdeki gardiyan kadın,
elindeki anahtarlar ve ardımdan kapanan kapıların sertliği, çokluğu, taşıdıkları
tehdidin dehşeti geliyor aklıma. ablamı yabancı bir duvarın öte tarafında, başka
bir uzaklıkta karşımda görmenin yarattığı sarsıntıyla hüngür hüngür ağlayışımı
ve ablamın beni teselli edişini anımsıyorum. ondaki, içeridekinin dayanıklılığını
ve dışarıdaki, bendeki beceriksiz çaresizliğin bizi nasıl yakınlaştırdığını. o uzak şehirden dönerken bir yolculuğun insanı
ne kadar değiştirebileceğinin farkında değildim. beni sistemin yüzüyle tanıştıran
o yüksek duvarlar ve gürültülü kapılar, o kısa ziyaret, geçilen koyu koridorlar
aklımdan hiç çıkmadı. bitimsiz geceyi okurken gölgemle yanı başınızda durdum, havadaki
şiddetle çarpıştım, soluğumu tutup size sarılmak istedim..
17 Haziran, Perşembe
kırmızı
sardunyam açtıı bu sabah! açtı gerçekten…kadife kırmızı taçyaprakları gün
ışığında ateş gibi parlıyor, seyretmeye doyulmuyor. ne zaman orada olduğunu
unutsam, “rengim ne kadar da güzel, baksana” diye fısıldıyor sanki. ben de
dönüp dönüp bakıyorum iş arasında. lohusa kadın gibi şefkat gösteriyor, dil
döküyorum al rengine, değil mi ki beşiz doğurdu bir batında güzel sardunyam.
günün
tazeliğine tezat sizi yine epey eski bir güne götüreceğim… çünkü sizinle
ilintili meraklarım bana yeni keşifler yaptırıyor
ki şimdi anlatacaklarım beni epey heyecanlandırdı. sizi böyle lafa tutmalarımı bağışlarsınız
umarım…
bu kez
Amerika yolculuğunuzda bir durak. İndianapolis havaalanı. İlhan Hoca sizi
almaya gelemiyor o gün, dersi var. sizi almaya havaalanına birini yolluyor.
uzun boylu, kıvır kıvır saçlarıyla ferah yüzlü genç bir kadın yaklaşıyor,
Amerikan aksanına kaçan Türkçesiyle sesleniyor size. sizi bu soğuk ve yabancı
yerden alıp tanıdık birinin, bir dostunuzun sıcak evine götürecek. muhtemelen
çok yorgunsunuz, yolculuk çok uzun sürmüş, “konuşmak” en son istediğiniz şey. genç
kadın, Filiz size ilgiyle yaklaşıyor, sevecen, incelikli. birlikte yola
koyuluyorsunuz. kendinizi koltuğa ağır bir yük gibi bırakmışsınız. yol
arkadaşınızda sizinle tanışma heyecanı var elbette. sizi tanımak, konuşmak, söyleşmek,
memleketi sormak istiyor ama çok kısa bir zaman zarfında bu arzusunu önce
gemliyor sonra da tamamen vazgeçiyor. insanlar ve sözcükler, o gürültülü dünya
sizin için hem büyük bir ağırlık hem de nasılsa çok uzakta, dışarıda ve siz
muhtemelen sığındığınız yerden dışarıya çağrılmak istemiyorsunuz. kendi içinizde
kalmak, bu yabancı ülke, şehir, ışıklar, akan sokaklar, tabelalar geçsin
gitsin, size ilişmesin istiyorsunuz. Filiz anlıyor, kız kardeşim. bana şöyle
bahsediyor o yolculuktan: “uzaklarda, ücra bir yerdeydi, oraya ulaşmak, onunla
iletişim kurmak zordu, çok çekingen, hatta utangaç biri izlenimi veriyordu. ben
de konuşmaya çalışmak, sohbet açmak istemedim. havaalanına gidip almıştım,
şimdi ‘şoförlük yapıp’ yolcumu konuşmaya zorlamayayım, diye karar verdim.” böylece
Filiz de kendi içine çekiliyor. yanında oturan şair kadından kendi annesine,
annesinin dünyanın diğer ucundaki bir dağ yamacından yazıp Amerikalara ulaşan
şiirli mektuplarına dönüyor.
ertesi
sabah üniversitede konuşma yapmak için hazırlanıyorsunuz. üstünüzde kahverengi
bir etek var. biraz çekinerek fermuarına yardım ediyor Filiz. aranızdaki
konuşmalar fazla ilerlemediği için biraz tuhaf hissediyor kendini bu esnada,
yine de bir yardımlaşma yakınlığı var yabancı bir ülkede aynı topraklardan iki
kadın arasında. siz var gücünüz ve sorumluluk duygusuyla oradasınız, o
konuşmayı yapıyorsunuz ama sanki başka bir dünyadan zorla ödünç alıp
getirmişsiniz kendinizi. orada, o kırk duvarlı camlar arasında konuşurken üstünüzde
yaşanan ağır günlerin size giydirdiği metal bir zırh mı vardı? Filiz ve ben
bilemedik o karşılaşmayı konuşurken. ben 42. gün şiirlerinden, avluya dolup
havada sarkıtlar gibi buz kesen o çığlıktan söz ettim. oğulları her gün solan,
canı, feri, eti çekilen bedenlerine tanık olmanın dayanılmaz ağırlığından, oğlunuzun
şiirlerini yakmasından… yine de sözü şöyle bitirdik kız kardeşimle; şair olmak
sizi sağaltan bir şey olmalıydı. sizi onca uzaklıktan ve yaşantılardan kaldırıp
Amerika’ya, o uzun yola, yolculuğa ikna eden tek şey şiir olabilirdi, şiir ve
içinde barındırdığı ümitli duygular ve bir de insanın insan için yüklendiği
sorumluluk duygusu.
işte
böyle... sizinle hiç yüz yüze tanışmadık ama sizin o akşam geçtiğiniz
eşikten geçip aynı odada, İlhan Hoca’nın
Anadolulu evinin aynı duvarlarında gezindi gözlerimiz. kız kardeşimle, benim
canımın bir parçasıyla tanıştınız. karşılaşmalarımızın, yollarımızın bu kadarcık
da olsa kesişmesi size yazmak için cesaret veriyor bana. ne ki size yazma
kararım bunlardan ibaret değil yalnızca. siz onca yazdığınız için ben şimdi
şiirlerinizi okuyup sözcüklerle, bilgiyle, duyguyla dolup geçmişle zenginleşiyorum. şiirlerinizin
bize sunduğu kıymetli miras, okuma keyfi ve açtığı yeni yollar için size
teşekkür etmeliyim. mektupları bitirip postaya vermeli, şiiri, sevgiyi, şifayı çoğaltmalı,
insana iyilikten seslenmeli…
kalkıp
mutfağa geçiyorum, pencereyi açıp kuşların yemini pervaza bırakıyorum. önce
kumrular, sonra serçeler, en son güvercinler buyur ediyorlar sabah
kahvaltısına. güvercinler gelince kumrular ve serçeler kaçışarak daimi ikametgahları
çitlembiğe dönüyorlar, yeniden sıralarının gelmesini bekliyorlar. bu sırada İrmik
çıka geliyor musluğun başına, o da su sırasını beklemeye başlıyor. İrmik
görününce bütün kuşlar kaçışıyor. pencereyi kapatıp kuşları kediden, kediyi yanlış bir hamle yapmaktan koruyorum…musluğu
açıyorum. bizim İrmik suyunu muhakkak musluktan, akar sudan içmek istiyor, bu arzusunu
bir çok kez, uzun uzun sabırla ısrarla musluk başında bekleyerek bize öğretti
ve kabul ettirdi... İrmik şıpır şıpır suyunu içerken akan suyun altındaki kap
çiçekler için su tutuyor. bu ara çaydanlığa içme suyu ekleyip çocuklar için
kahvaltı çayının altını yakıyorum. sonra dönüp musluğu kapatıyorum; “işin
bitince şu suyu kapatsana, kuzum” diye şaka yollu çıkışıyorum İrmik’e. elimle tarif
ediyorum musluğun nasıl kapatılacağını belki bininci kez. bu beyhude çabamla
eğleniyorum bir yandan da.
gün
başlayıp ortalık karışmadan balkona geçip kitapları topluyorum, yeşil kapaktaki
fotoğrafınız gülümsüyor, ben de gülümsüyorum, göz ucuyla sessizce veda ediyorum
size.
çok sevgiler
Elif Firuzi
(son)