şiirin ufkuna resimden bir bakış - Elif Firuzi
sözcüklerden, düşüncenin yükünden, dağınıklığından veya
fazlasıyla tertipli oluşundan kaçınmak istediğim zamanlarda sözel alanın dışına
çıkmayı seviyorum. sözlü olanın dışına çıkmak başka bir sanat alanının bağına
girmek geri dönüş için insana yer açıyor, gözü de duyguyu da besliyor. resim
sözcüklere bağımlı olmayan estetik bir haz sunmakla kalmıyor, susmayı da
olanaklı kılıyor. susmak, suskunluğun derinlerine çekilmek şiirin en önemli
duraklarından, bu yüzden şiiri resimle ilişkilendirerek düşünmeyi seviyorum. bu
yazıda resim ile şiiri birlikte
düşünmeye çalışacağım, bunun için önce şiirden uzaklaşmak gerekiyor.
sanat insana özgü bir yaratım, insanın kendi kendini geçme,
kendinden ilerleme çabası, yaşamı görünenin ötesinde yeni ve başka türlü
anlamlandırma imkânı, eylemi veya kalkışması da diyebiliriz. bu, insana
öncelikle sanatçıya umut aşılayan ve özgürleştiren bir imkân. insanın kendi
bilinmeyeniyle, söze dökülemeyen ruh ve sezgi zenginliğinin bağlandığı bir yol,
aktığı bir nehir veya enerjisini şimşeklere dönüştürdüğü bir atmosfer, sarp bir
tırmanış kimileyin. Berger “yaratı gibi görünen şey, aldığına biçim verme
fiilidir” diyor sanat için.[1]
yazının girişine aldığım, Chauvet (Şöve)[2] mağarasındaki hayvan figürleri
günümüzden 30 bin yıl öncesine tarihleniyor. artık iyice görsel yoğun dünyadamızda
hafızalarımızın bir şekilde tanıştığı bu resimlerin önemi henüz yeterince
kavranmamış veya insanı ve üstünde yaşadığı yeryüzünü algılayışımızdaki sarsıcı
yerine tam olarak yerleşmemiş olabilir. mağara duvarına en- ilk-el zamanlarda
ve üstelik karanlıkta yapıldığı varsayılan bu resimlerde betimlenen hayvan
figürleri Bizans döneminde kiliseleri süsleyen tek boyutlu melek ve İsa
figürlerinden daha “gerçek” ve “canlı” gibidirler. kilise resimlerinin dini
doktrinlere uygun yapıldığını bilmekle beraber bu tezatlık yine de dikkat
çekicidir. mağara resimlerindeki hayvanların bir ruh taşıdığını hissederiz.
Göbekli Tepe’deki taş sütunlara kazınmış yılan ve diğer hayvan figürleri de
insanın günümüzden bin yıllar önce soyutlama yeteneğine sahip olduğunu
gösteriyor[3].
eski Mısır’da mumyaların yanında gömülmek için M. S. 1-3.yyıllarda yapılmış
olan Feyyum portrelerini hatırlayalım, ne kadar da canlılar, sanki buradadırlar,
ruhlarını yırtan ince bir zardan bize
bakıyor gibidirler!
Avrupa’da Rönesans’a kadar kilisenin resmi, okuma yazması
olmayan insanları kiliseye çekmek ve dini yaymak için (kendilerince “mecburen”)
kullandığı bir araç olduğunu bu nedenle resim veya çizimlerin dini anlatılarda
geçen olayları betimlediğini biliyoruz. birkaç kilise gezmiş hemen herkesin
bildiği gibi bu resimlerde İsa, Meryem, Kutsal Ruh ve melekleri en ulvi
halleriyle yansıtılırdı. kendisi hiç de bir aziz olmayan Caravaggio bir gün
canı sıkılıp kendisine sipariş edilen Aziz Matta’yı yüzüne bakmaya kıyılamayan bir
aziz gibi resmetmek yerine alnı kırışıklıklarla dolu, ayakları çıplak, handiyse
köyün kel demircisi gibi resmettiğinde kıyamet kopar.[4]
tepkiler üzerine Caravaggio sonradan resmi beklentilere daha uygun olarak
yeniden boyasa da gerçeğin ucu görünmüş, sanatçı hakikatin çıplaklığına ışığını
düşürmüştür artık. Caravaggio’nun sıradan olana düşürdüğü ışık öyle görkemlidir
ki ölümünün üzerinden geçen dörtyüz on yıla rağmen o resimdeki büyük yerini hâlâ
korumaktadır.
ne Chauvet mağarasını boyayan insanları ne de Fayyum mumya
portrelerini yapan ustalar, ressamlar hatta ne de Caravaggio bugün bizim sahip
olduğumuz bilgi ve teknik olanağa, donanıma sahipti. yine de bu insanlar
gördüklerini gelişigüzel aktarmanın ötesinde, çizdiklerine bir ruh, bir ifade,
kendi oluşlarından bir parça katarak, hakiki bir var oluş enerjisiyle çalışmış
olmalılar ki yapıtları bugün dahi görenleri soluksuz bırakacak güçtedir. işte
benim için şiir de insan ruhuna bu yalınlıkla, bu diyardaki varoluşa hakikat ve
coşkuyla katılmakla derinden ilintili; çünkü bizde vücut bulan yaşam, en
derinde onu anlama, ona bizden bir şeyler bırakma, koca yaşam nehrine bir tek
damlayla da olsa “su” olarak katılma(k) çabasıyla yani şiirle yakından ilgili (elbette
bu arzumu şiirlerime geçirmeyi başarıp başarmadığım tartışma götürür bir konudur
yine de bu tartışmalı durumun yazanın dileğini geçersiz kılmayacağını inancındayım).
şiirde altüst oluşun
ufku
Alan Ginsberg meşhur Hawl’u yazdıktan yıllar sonra verdiği
bir röportajda şiirini babasının okumamasını dilediğini söyler. geleneği, eski
veya yanlış veya acımasız olanı reddederek başka bir gerçeği belki de daha önce
sözü edilmemiş bir gerçeği dillendirme ihtiyacı bazen kendimizi bile utandıran
bir yırtma veya arsız bir cesaret gerektirebilir. şairin geçmişi arkada
bırakması, yenilikçi olması ve eskiyi, alışılıp bilineni reddetmesi, kendi
oluşu içinde mecburi bir süreç. (bu minvalde kendi coğrafyamızdan ilk
aklıma gelen şairlerden biri k. İskender). bu ortaya çıkış sürecinde kırıp
dökmeler, sarsıntılar, eleştiriler, reddetmeler beklenen durumlardan. iki binli
yıllardan itibaren, internetin, sosyal medyanın, global kapitalizm hayatımızı
ve şiirimizi büyük bir altüst oluşla sarstı ve sarsmaya da devam ediyor. hayatın
bütün alanlarındaki bu altüst oluş; geleneğin, şiirden beklentinin ve şiirin
kendisinin değişmesi büyük bir şaşkınlık da yaratıyor. hepsi de olumsuz olmayan
bu altüst oluş da mesela kadınların sözlerinde büyük bir yenilik ve dinamizm görülüyor;
çünkü kadınlar özellikle geçmişe, bize sunulan tarihe artık bambaşka
perspektiflerden, feminist yorumlamalardan , farklı kadın bakışlarından süzülen
açılardan bakmaya odaklanıyorlar. tarihi tersyüz etmek dili de tersyüz etmeyi
gerektiriyor. eski köye yeni yeni âdetler getirmek gerekiyor. yer-yüzü
dediğimiz yaşam alanlarımızın tümü büyük bir yıkım içinde. insanın dünya
üzerinde kurduğu tüketime dayalı sistem ve eyleyişler hem insanı hem de doğayı
büyük bir buhrana sürüklüyor. bu
sürüklenişe dur diyebilecek yerel ve küresel örgütlenmeler, bilinçli eylem
odakları devasa sorunlar karşısında çok cılız kalıyor. “sınıf bilincinin” neyi
işaret ettiğini dilimizde “halk” sözcüğünün kimi işaret ettiğini bile
duraksamadan düşünemiyoruz. Bu yazının amacı siyasal veya sosyolojik
çözümlemeler olmadığına göre bu sürüklenişte sanatın ve özelinde şiirin yerine
dönelim. sanat kendi gelişim serüveni içinde her zaman arayışlarla ilerleyen
alan. yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi dolanışımda olanın gittikçe artan bir hızda tüketilmesi yeni olanı
tetikleyen bir unsur. tarihsel bilgi bize
sanattaki altüst oluşlarda yaşanmışlıklardan güç almış bir görgü, ortak
bir umut, “bir yere bağlama” arzusu hep olduğunu gösteriyor. sanat kilden,
kumdan, külden yeniden doğuyor ve insanı bir yere, bir ufka bağlıyor. yaratının
dinamiğiyle ortaya çıkan bu bir yere bağlanma arzusu yaşamın geçmiş birikimlerini,
tüm değerlerini toptan yadsımaktan geçmiyor kanımca. ben sanatçının hem geçmişi
ve hem de geleceği iyileştirecek bir araç için sanatın peşine düştüğüne
inananlardanım veya böyle olmasını kuvvetle arzuluyorum.
sözsüz bir inşa veya düş alanı olan resimden dilin, sözel olanın,
şiirin alanına dönelim. genel bir eğilim olarak günümüz şiirinden bir mutsuzluk
alanı olarak söz ediliyor. genel bir eğilim demekle birlikte bir okur olarak bu
fikre katılıyorum. bu durumun en önemli gerekçesi ve aynı zamanda durumu
besleyip bir kısır döngüye dönüştüren sonucu olarak okunması zor (hatta
okunmaz), haz vermez, estetik bir akışın duyumsanmadığı, akılda kalmaz veya eski, küflü kelimelerle şimdi yaşamda
karşılığı olmayan daracık şiirler alanları dolduruyor. şiirde bireyin, şiir öznesinin
sonsuz, sınırsız bir şekilde kendi dertlenmeleriyle öne fırladığını görüyoruz. şiirlerde
imge, bilgi, zekâ, avangard atılımlar bolca var ancak sözü şiir yani sanat
kılan o gizli sır, estetik akışın eksikliği şiirden haz almayı engelliyor. bugün
şiir diye ortaya dökülen sonsuz, sınırsız kızgınlık, kırgınlık, hırçınlık
insana şairin kendine gösterdiği şefkati okurdan esirgediği, yarattığı
erozyonla okuru yıpratma ölçüsünü kaçırdığı ve kendi etrafında dönüvermekten bireyci
bir keyif aldığı duygusunu veriyor bana. bu durum insanı, şairin sözcüğü ve
duyguyu sanata dönüştüren kaygıyı pek fazla “sorun” etmediği hissiyle baş başa bırakıyor.
bir sanat alanı olarak şiirin insanı iyileştirici bir işlevi yok mu, diye
yeniden yeniden sormak ihtiyacı duyuyoruz. şair sözcüklerin eksiklerini tamamlayan
biriyse, (çünkü dil eksik bir ifade aracıdır), yaşamın kabalığına ve
merhametsizliğine şiirde nasıl bir ışık düşürecek? burada şiiri poetika
anlamında kullanıyorum yoksa tekil olarak şiire bir mecburiyet yüklemek
niyetinde değilim elbette. şair şiirinde nasıl bir felsefeyi, estetik anlayışı,
sınıfsal veya etik bir açılımı işaret edecek? edecek mi, yoksa kendisini böyle
sorumluluklarla “sınırlamıyor” mu? şair;
böylesi sorulara kendi kendine verdiği kaçamak, belki küçük, belki masum veya umursamaz
cevaplarını şiirin dışında tuttuğundan olsa gerek okura kalan sorgulama ve
yargılarla dolu saldırgan bir didişme duygusu ve “yıpratım” oluyor. işte yazan
ve okuyan arasındaki bu hem etik yitim şiiri okunmaz kılıyor ya da okunan şiirler
uçucu ve unutulur oluyor. birey, kendinden çıkıp okura kadar ulaşamadığı, en
azından iki kişi ol(a)madığı bir dünya kurarak evrensel alana da ulaşamıyor.
günümüzde şiirin zaruretten, mutlak bir ihtiyaç, insanı
içten itekleyen bir ihtiyaçtan doğan bir akışın bilgiyle, sabırla düşünceyle
yoğrulup eylenmesinden çıkıp söz üstündeki deneysel bir “uğraş” alanına
dönüşmüş olması belki bu nedenlerden biri olabilir. hayatın oluşu içinden doğan
şiir muhakkak kendine özgü bir derinlik, farklılık veya zindelik bulur ve
elbette bu zindeliğin görüldüğü şiirler durup okunuyor da. burada bahse konu
ettiğimiz ise günlük kaos içinde bir çırpıda şiir olarak sunulan, okumaya
çalışırken yıldığımız okuyup bitirdikten sonra da hemen hemen hiç hatırlamadığımız
ürünler. hayatın benzeşmesi,
ortak alanların iç içeliğiyle bir birine
baka baka yazılan, biribirine benzeyen yaşamlar gibi şiirler…içinde hayatın o
şiir anına dair sahici bir izdüşümünü bulamadığımız için vazgeçiyoruz onları okumaktan.
çünkü sözü şiire dönüştüren, sanat yapan o gizli güç, sır, esin, renk, rüzgâr, ahenk her ne ise şiire
yansımadığında şiir okunması pek zor bir söz öbeğine dönüşüyor. ufkunda yaşam
aktarımı ve umut olmayan çığlıklı sözcükler şiire dönüşmüyor, yazana da
“sanatsal haz” verdiğinden kuşkuluyum. bütün
bunlar öznel çıkarımlar ve okurun sorunu denebilir elbette. ben şairin,
sanatçının bu kadar keyfe keder olmadığını düşünenlerdenim. yaşam
duraklarımızda kimileyin yazdıklarımız ne kadar derin keder içerse veya acıyla ve
çıkışsızlıkla dolu olsa da okurda yazdıklarımızı okumak hatta yazdıklarımızı
kucaklamak isteği uyandırabiliriz. şiir tarihimiz bunun mümkün olduğunu
gösteren örneklerle doludur. Gülten Akın’ın 42 Günün Şiirleri'nin okurda acının
türlü tonlarını, buzlarını, taşlarını, mıhlarını kucaklama duygusunu yeniden ve
derinden hissettiğimi söyleyebilirim. bu örnekten devamla ben de şairlerin şiirlerini ne kadar zeki, ne kadar
bilgili, ne kadar öfkeli, ne kadar usta olduklarını göstermek için değil belli
bir deneyimi ve o sıradaki duygu değişimini içtenlikle aktarmak için
yazmalarından yanayım.[5]
güncel şiirimize dair sıkça dillendirilen ve beni de bu yazıyı
yazmaya iten bu yıpratım ve yıkım şiirleri muhakkak yeni bir sürece
evrilecektir. şiirde böyle bir eğiliminin öne çıkmış olması içinden geçtiğimiz
bir büyük buhran, çürüme ve çözülme dönemine denk gelmiyor mu? o halde şiir, dönemini
yansıtırken de diyalektik bir akış içindedir. belki de bizi bu gidişat karşısında
iyice bunaltan bu sürecin nasıl evrileceğini henüz bilmiyor oluşumuzdur. çünkü
dünya dediğimiz “yer” üstündeki yaşam düzeni daha önce hiç olmadığı kadar büyük
bir altüst oluş sinyalleri veriyor, gelecek güzel günlerden uzak da olsa kolay
kolay söz edemiyoruz artık. peki ama şiir (sanat) tam da böyle zamanlarda bir
direniş, bir diklenme değil miydi?
yeniden resme dönecek olursak Picasso Guernica kasabasında
İspanya İç Savaşı sırasında yaşanan vahşeti resme -yani gerçeği “yeniden” bakılabilir kılan
sanata- dönüştürüp o resme bakan insanlara gizli bir “umut” vermemiş olsaydı bu
kadar etkileyici ve kalıcı olur muydu? kokuşmuş, dağılmış, vahşice öldürülmüş
cesetlere bakmayı kim ister? oysa duvara asılmış bir ölüm bile bizi
büyüleyebilir, çünkü sanatçı gerçekle aramıza sanatın mesafesini koyarak
gerçekleşmiş olandan bizi uzaklaştıracak bir şeyler vaat eder yapıtıyla. çünkü
sanat içinde haz veya umut, coşku veya direnç gibi iyi bir duygu taşır (ya
sanat yapıtının öznesi veya sanatçının var oluşu bunu bize imler). sanatın
gerçekle aramıza koyduğu o mesafede bizi çeken büyüyü şiirde nasıl yakalayabiliriz?
büyük fırtına dindikten sonra kumsalda ne kalacak? döküntü mü? rüzgârın
uğultusuna aldırmadan dalgalara uyum sağlayan kum mu? peki ya ufuk? sanatçının,
şairin ufkunda ne var? hatta bir ufuk var mı? işte şiire uzak bir mesafeden bakmağa çalışmak
bize bu ufkun olup olmadığını da işaret edebilir.
resimde veya diğer sanat alanlarında yeni olarak ortaya
çıkan herhangi bir dönem kendini iyice yaydıktan sonra işlevini tamamlar,
yormaya, yeniyi aratmaya başlar. insanın yaratıcı ve kalıcı bir çaba içine
girmesi kimi buluşların, kimi resimlerin, heykellerin, kimi mucizelerin de
temel enerjisi. hayatın diyalektiği içinde yeni yeni akımlar ortaya çıkaran da
işte bu yaşam enerjisidir. resimlerini klasik resim anlayışından çok uzak kuran
modern soyut ressamlardan Mark Rothko’nun resimleri öyle sade, bazen öyle tek
renk ve görünüşte yeknesak ki insan ilk anda ressamın bütün bir rengi boyarken
çok sıkıldığını hatta bize bunu resim diye sunmasının kabul edilemez olduğunu
düşünebilir. ben Rothko resimlerini ressam hakkında hiçbir fikrim olmadan
sevdim. onun resimlerindeki sözcüksüz var oluş beni her gördüğümde kendine
çekti, susmamı olanaklı kıldı. Rotkho’nun resimlerinde kimi tek, kimi üç renge
sığdırdığı onca öfke, sevgi, düş kırıklığı ve daha pek, pek çok duygu bizi işte
bu resimlere çeken sessiz ruha dair olmalı.
basit bir genellemeyle Rathko, resimden hareketi çıkardı
diyebiliriz, anlatacağı her şeyi, hareketi bile renklere yükledi, elbette resmin
ve renklerin olanakları içinde. Ratkho ona resimlerinin ne kadar da huzurlu
olduğunu söyleyenlere şöyle der: resimlerimin her santimetresine en katıksız
vahşeti ve şiddet dolu duyguları hapsediyorum. o halde Rathko tablolarına
baktıkça zihnimde büyüyen, kendime sorup durduğum bir soruyu burada da yineleyeyim:
bu koca gürültüde şiirimizin resmi, sesi nasıl sadeleşebilir? şair nasıl bizatihi şiir olur?
[1] J. Berger, Sanatla Direniş, Metis, s.20
[2] Cheuvet
mağarası replikaları, Fransa
[3] Göbekli Tepe: En eski tapınağı yapanlar. Klaus
Schmidt, Çev. Rüstem Arslan, Arkeoloji ve Sanat
[4] Caravaggio’nun sipariş üzerine 1602 tarihinde
yaptığı ilk Aziz Matta tablosu kayıptır. Tepkiler üzerine yaptığı ikinci Aziz
Matta tablosu Roma, San Luigi dei Francesi Kilisesi’nde görülebilir. Gombrich,
Sanatın Öyküsü, s.30.
[5]
Şavkar Altınel’in cümlesi tam olarak şöyledir: Şairlerin ne kadar ince, zeki,
bilgili, usta olduklarını göstermek için değil, bir kez daha söylememe izin
verilirseniz, belli bir deneyi aktarmak için yazmalarından yanayım. Soğuğa
Açılan Kapı, s. 117, YKY, Yayınları, İstanbul 2003.