25 Haziran 2016 Cumartesi


İYİLİK MEKTUPLARI- I



“Life is an orange.”
“Hayat bir portakaldır”, bunu bir filmde duymuş ve sevmiştim. Sonradan bununla Eluard'ın "Dünya mavidir, bir portakal gibi" dizesine atıf yapıldığını öğrenince daha çok sevdim. Bu küçük dize zor zamanlarda elimden tutup bana direnme gücü verdi ve hayata yeniden tutunmamı sağlayan bir inanış haline geldi; ışık, enerji ve hayat. Turuncu tutkum da böyle başladı, belki şiir tutkum da...

Yabancı bir şehir. Açık, aydınlık bir kapı. Pencerelerde çiçekler, çiçekli perdeler. Boyası dökülmüş turuncu duvarlarda hayat döngüsü. Dışarda deniz geçen bir sokak. Sandalye ve masalarda güneşin sakin neşesi. İçeriye dikiş makineli ev samimiyeti ve serin bir yaz sabahının sessiz coşkusu sinmiş. İnsan da insana iyilikle dokunmalı… Burada, Tiflis’teki bu kafede oturdum ve bir mektup yazdım.
Sevgili Zeynep,
Şiirlerini okuduğum şairlere mektup yazmayı ve onlara şiirlerini okurken altını çizdiğim dizelerin “görüldüğünü” haber vermeyi seviyorum. Bunu bir iyilik halinin paylaşılması olarak görüyorum. Bugün, senin kitabın elime geçince ve öykünü öğrenince yeni bir mektubun ilk satırları da aklıma düşmeye başladı. Yazdığım mektuplara kimi zaman aynı iyilikte, umutlandıran, şaşırtan ve iyiliği çoğaltan yanıtlar alıyorum, seviniyorum. Mektuplarımı içtenlikle ve yüzümde gülümsemeyle yazdığım için insanların bu samimiyeti hissedeceklerine inanıyorum. Şiirin birbirini tanımayan insanlar arasında insanı iyileştiren bir bağ kurduğunu, dizelerin yeni anlamlar bulduğunu, kelimelerin sayfalarda gülümsediklerini düşünerek mutlu oluyorum. Kimileyin mektuplarıma cevap almıyorum. Ben yine de yazmaya ve inanmaya devam ediyorum. 
Bu kez, hem senin adresin olmadığı hem de seni yormamak için mektubumu açıktan yazmaya karar veriyorum. Senin, mektubumu Amerikalıların meşhur verandalı evlerinden birinde, tavandan çiçekler sarkan bir verandanın tahta merdivenlerine oturarak okuduğunu hayal ediyorum. Serin bir akşam, yazın gündönümü ve tepede söylentiye göre “çilek gibi bir dolunay” var. Ay ise bana aşkı ve hüznü hatırlatıyor;
 “o kuş gerçekten yaralıydı
inanmayan çoban
bir başka kuşa verdi son nefesini”
Seni bu kadar erken yaşta hayatın Araf’ına dair yazmaya iten gücü, o gücün beslendiği nedenleri bilmiyorum. Şiirlerin bana bunun derin ihtiyaçlardan kaynaklandığını söylüyor. Ayrıca senin Tahran’da doğmuş olmanın ilahi bir gizi olmasını da kuvvetle istiyorum. Hayyam’ın ülkesinde, doğumunda kulağına şiir üflenmiş olmasın sakın?
Şiir yazmak bana inananların yaptığı bir iş gibi geliyor. Üstelik kendi kendimize yaptığımız konuşmaların içimizde birikip tortulaşması yerinebabamıza masallara dönüşmesi ne kadar da güzel..
“kızlarından babalarına masallar
görünmez bakışlarda”
Babaların da masallara ihtiyacı vardır ve üstelik kızları masal anlatırken babalarına bir türlü söyleyemedikleri şeyleri de masal arasına sıkıştırabilirler, değil mi?
Sevgili Zeynep, ben şiir yazmayı gölgeden çıkmaya benzetiyorum kimileyin. Kim gölgenin serinliğini terk edip güneşin yakıcılığına gönüllü olarak çıkmak ister ki, hem de çırılçıplak? Ancak içindeki derin üzüntü ve keder gölgede daha da dayanılmaz hale gelenler, değil mi?
“yağmuru izler güneş
gerçekten ne kötü
güneşi bekleyecek kadar
üzüntü”
Bedenimizin taşıyamayacağı kadar ağır üzüntü içindeyken ne yapmalı? Daha doğrusu, nasıl “iyi bir şey” yapmalı? “Deniz olunmalı oğlum!..”  Mr. Turner, şu meşhur ve tuhaf İngiliz ressam, boyadığı denizleri ve o denizi sürükleyen fırtınaları daha iyi anlamak ve hissetmek için fırtınalı bir gecede kendisini bir tekne direğine bağlatır ve saatlerce tekneyle birlikte savrularak fırtınada Araf’ın ışığını arar, dalgaları ve suyu dinler.Şairlerin fırtınayı tanımak için böyle deneyimlere ihtiyaçları yok. Ruhumuz bizi yeterince açık denizlere sürükleyip sonra kıyıya vurup duruyor. Peki bu sürüklenişleri, ruhun canhıraş hallerini hangi renge boyamalı?.. Veya hey, şiire sarılmalı! Ağır zamanlarda şiir bizi kötülüklerin elinden kurtaran bilge bir kahramana dönüşür ve biz kıvrana kıvrana şiire sarılır, şiir sarınır, şiir açarız.
Bazen de şiir fırtınada yırtılan ruhumuzu dolunay düşmüş bir dereye yatırır, yeni doğmuş bir bebeği hayata alıştırır gibi yunar, yatıştırır.
“Hafız, şiirin bana abıhayat içirdi.
Gel, doktoru bırak da benim şiirimi oku!”
Şirazlı Hafız Divanı
Sevgili Zeynep, sevgili gencecik şair; hayatının bu erken döneminde şiire sımsıkı sarılmış olmak için ne çok hissetmiş ve ne çok düşünmüş olmalısın… Seni cesaretinden ve inancından dolayı kutluyor, sevgiyle, sımsıkı kucaklıyorum.
(Hey remember, life is an orange!)
İyilikle,
Elif  Firuzi (21 Haziran 2016)

  • Zeynep Yasmin’in “araf’ın ışığı” adlı kitabı.
  • Görsel Tiflis’teki cafe Carpe Diem’e aittir.
  • “The Erth is blue like an orange, never a mistake, words do not lie” The Earh is blue, Paul Eduard.

19 Haziran 2016 Pazar


Life is an orange... bunu çok seviyorum. beni yeniden hayata bağlayan inanç.

ışık ve aydındınlık ve hayat. çiçekler ve çiçekli perdeler. boyası bozuk turuncu duvar. mavi sokak. sokaktan deniz mi geçiyor...sandalyelerdeki ve masalardaki güneş.dikiş makinalı ev samimiyetinde serin bir yaz. burada oturdum, hayatın sakinliğine dair kısacık sohbet ettim Geo ile. Bana dedesini anlatmıştı ve kardeşini. Birlikte İstanbul'a yaptıkları yolculuğu. İstanbuldan söz ederken bir roman kahramanından bahseder gibiydi.

(sonra bu yazı dönüşerek iyilik mektubu oldu)

29 Şubat 2016 Pazartesi





*

gizli bir el incitmeden siliyor şehrin üstündeki sisi
şiir açmış geceden ağaçlar
erguvan fısıltısı
bahar

gözleri çiçekli çocukları çağırıyor
Boğaz Köprüsü'ne ip atmış salıncaklar

saçlarında rüzgarla
bir Karadeniz'e uçuyor
bir Marmara'ya
gamzesi güzel kızlarla, gülüşü güzel oğlanlar


başını kaldırsan bulut
ayağını sürüsen deniz
uzansan martılarla vapurlar

yer sofrası kurulmuş kıyılarda
tabaklarda zeytin bol, dallarıyla...


'haydi Abbas vakit tamam'
bak nihayet geldi
bazı şehirlerde
mutluluk için
iftar saati!                   / mut-lu-luk  (Mayıs 2015)

23 Şubat 2016 Salı


Mektup

23 Şubat 2016

O'nunla İngiltere'de, küçük bir üniversite kasbasında tanışmış ve hemen birbirimizi sevmiştik. Bizi kaynaştıran şey isyankarlıktı diyebilirim.  O yabancı ülkede dostluğumuz bir kaç yıl sürdü, ülkelerimize döndükten sonra da mektuplaşmaya başladık. Yıllardır gidip gelen mektuplar ve doğum günleri için hediyelerle senede en az iki kez haberleştik. Birbirimizin hayatlarından haberdar olduk, birbirimizi ziyaret ettik.

İlk kez bu sene mektubunu da hediyesini de geciktirdim. Hediyeyi aldım ama bir türlü oturup mektubu yazamadım. Mektup yazmak insanın kendi içinde  hazır olmasını gerektiriyor. Bir türlü olamadım. Son mektubunda Suruç patlaması için üzüntülerini yazmıştı, beni merak etmişti. O patlamanın üstüne biz kaç patlama daha yaşamıştık...Oturup 'iyiyim' diyememiştim.

Nihayet dün mektup yazmaya oturdum.Güzel bir mektup kadığı bulamayınca kendim için aldığım deniz kapaklı bir deftere yazmaya başladım mektubu. Üç dört sayfa yazdım. Sıra doğum günü kartına geldi. Doğum günü kartı almamıştım...

Şubat ayı yoldan gül yaprakları toplamak için iyi bir aydır. Ay boyunca yollara atılmış, düşmüş veya çiçekçi kadınların etrafına saçılmış farklı renkte gül yapraklarını toplayıp defterlerin arasına koymuştum. Kimi zaman onları kabanımın cebinde unutmuş, unuttuğum bir anda elimi cebime attığımda oradaki kadife yapraklara dokunmaktan keyif alır olmuştum. Şimdi sakladığım gül yaprakları çok işe yarayacakti.. Onları toplayıp mektup yazdığım defterin boş sayfasına yapıştırdım.Üstüne de doğum günü mesajımı yazdım, defteri hediyelerle birlikte paket yapıp yolladım.




21 Şubat 2016 Pazar



                                                                                                                     
Şemsiye



Yıllar önce bir akşam kendi doğum günüme geç kalmış ve bir kucak çiçeği kaçırmıştım…O gün birçok güzel hediye yanında bir de kitap almıştım bir arkadaştan. Arkadaşım kitabı şu dizelerle imzalamıştı:

Bir kitapla dokunmayı
Bir kitaba dokunmayı
Hala eskitemedikleri için
Sevgisi içimde nar çiçeği
Ne mutlu bize değil mi?

A. B.

Bay B. ile pek yakın değildik, o yüzden bu girizgahı biraz tuhaf bulmakla beraber sevmiş, şiiri de şairin ve şiirin özgürlüğüne yormuştum.
……

Geçen kış mıydı, ondan önceki mi hatırlamıyorum. Çok gri bir gündü. İçim, şehir, sokak... Pis bir yağmur yağıyordu, sanki niyeti ıslatmak değil de yapışmaktı. İşe gitmek için yola çıkmış ve az sonra da acele tempomu bulmuştum. İnsanlar birbirine çarpıyor ve özür dilemiyordu, sokak çamurlu ve kalabalıktı. Bu kadar grinin arasında onu gördüm. Kocaman ve rengârenk şemsiyeleriyle sokağa gökkuşağı indirmiş gibiydi. Yanımdaki fotoğraf makinesini çıkarıp şemsiyelerin resmini çekmeye başladım. O, kendisinin de birkaç fotoğrafını çekmemi istedi. Olur, dedim, bana mail adresini yazarsan resimleri yollarım. Kimsede ne kalem ne kağıt vardı, biraz arandık. Çantamı açtım ve içinden o gün evden çıkarken çantaya attığım kitabı çıkardım. Şemsiyeci kitabın arka sayfasına e-posta  adresini yazarken birkaç fotoğraf daha çektim. Doğrusu ilginç fotoğraflar olmuştu; şiir kitabı okuyan renkli şemsiye satıcısı…

Adamdan ayrıldıktan sonra bu karşılaşmanın coşkusuyla gri havayı unuttum ve adamın e posta adresini yazdığı satırların altına şunları karaladım: 

şiiri gördüm
yağıyordu,
renkli bir şemsiye satıcısıyla
yolda.

Aradan aylar geçti, adamı unuttum, fotoğrafları yollamadım. Bir gün Özgecan için yapılan anmada gördüm onu, kalabalığın içinde dolaşıyor ve bu kez kadınlara düdük satıyordu. Fotoğrafları yollamadığımı hatırladım, içim ezildi, pişman oldu biraz. Sonra unuttum. Sanırım fotoğrafları da yer kaplıyor diye bilgisayardan da aklımdan da sildim.
…..

Metroyu bekliyorum. Biraz tenha gibi bugün. Önümden geçen adam dikkatimi çekiyor. Üstünde Facebook logosu ve bazı yazılar var, okumak için peşine takılıyorum. Adam fark edince açıklıyorum; “Okumaya çalışıyorum ne yazdığınızı…” ‘Facebook’un 14. yılı hayırlı olsun’ diyor yazı ve Türkiye haritası…O’nun için nasıl bir anlamı varsa. Bu sırada tren geliyor, acelece adamın fotoğrafını çekiyorum. Trenin kapısına yönelirken ‘fotoğrafınızı çektim arkadan’ diyorum, onay ister gibi. Onay veriyor ama biraz tereddütlü… ‘Ben de fotoğraf çekecek birini arıyordum.’ diyor, rica eder gibi. ‘Ama gidecekseniz…?’ Trenin kapısından ayağımı geri çekiyorum, ‘beklerim’ diyorum. Metronun Taksim yazısı altında birkaç fotoğrafını çekiyorum. O sırada bir sonraki tren geliyor, biniyoruz. ‘Bana telefonunuzu verirseniz size posta adresimi yazarım’ diyor. ‘Hayır, size telefonumu vermeyeceğim ama’ diyorum, çantamı karıştırırken, kağıt kalem çıkarıyorum. 'Buraya mail adresinizi yazarsanız'...diyerek çantada bulduğum banka dekontunu uzatıyorum. O dizlerinin üstüne çömelmiş mail adresini yazarken vagon sallanıyor, yolcuların gözleri bu tuhaf görünümlü adamla benim üzerimde gidip geliyor. Alt tireleri açıklayarak kağıdı bana uzatıyor ve yanımdan uzaklaşıyor. Ben kısa bir süre sonra ineceğim durağa gelip evin yolunu tutuyorum.

Eve yürürken bu küçülmüş adamı bir yerlerden hatırlar gibi olduğumu düşünüyorum. Ama nereden? Çantaya acelece tıktığım posta adresini çıkarıyorum. Bu el yazısı bana tanıdık geliyor. Adımlarım hızlanıyor, evin merdivenerini aceleyle çıkıyorum. Ayakkabılarımı çıkarmadan salona dalıyor ve kütüphanin raflarında kitabı arıyorum… Nerede, nerede.. Ah, işte buldum, kitabı nefes nefese açıp arka sayfasına bakıyorum; evet o, bu onun yazısı ve aynı eposta adresi! İçimde tuhaf bir mutluluk… O coşkuyla oturup telefondan fotoğrafları indiriyor ve gökkuşağı şemsiyecisine yolluyorum.

Adamın adı Feyman, kitabın adı 'Üstü Kalsın'


Şemsiye ve kitaplı fotoğrafları bulursam buraya ekleyeceğim ve Feyman'a yollayacağım.



20 Şubat 2016 Cumartesi


buraya yazmaya başlayalı bir yıl oldu. Yıl boyunca yazdığım şiirlerin çoğunu dergiler 'yayımlanmamış'  şartı aradıkları için yayından kaldırdım. Bu sene ülkenin içinden geçtiği karanlık günleri yazmak, küçük olay ve örneklerle tarihi kayıt altına almak gibi bir düşüncem var. Bakalım ilerleyecek mi veya nasıl ilerleyecek..



günlük

20 Şubat 2016 

Ah, allah aşkına ‘hepimiz pisliğin ortasındayız, kanıksadık’ demek nasıl bir insanlık halidir? Evet, pislik diz boyu ve biz ne yapacağımızı bilemez durumdayız. Kendimizi çaresiz hissediyoruz. Yıllardır sustuklarımızı Uğur Mumcu’da, Bahriye Uçok’ta, Gonca Kuriş’te, Gezi'de, Hırant'ın ve Berkin’in  ölümünde avaz avaz bağırdık. Sesimiz kısıldı. İmzalar attık, kadınlar ölmesin dedik, Barış diye bas bas bağırıyoruz. Durmadan öldürülüyoruz, gaz atılıyoruz, tehdit ediliyoruz, işimizden oluyoruz, korkutuluyoruz. Çok pis ve zalim bir dönemden geçiyoruz. Örgütsüz ve şaşkınız. Ancak “bu pislikte boğulmaya mahkumuz” demek kendimize dair gelecek için  de umut vermediğimiz bir nokta değil mi? ‘Hepimiz pislendik ve bu iş böyle, n'palım’ demekle ‘bu solculardan hiç bir şey olmaz’ demek bence aynı derecede umutsuz. İnsana da hiç bir şey katmıyor. Annem, ‘ben cesaretimi susmak için kullanıyorum evladım' der. Bazılarımızın, susuyorsam da kendimin, susuşumda bir cesaret olduğuna inanmak istiyorum. Günler ve mücadele bitmedi. Ölmezsek, gelecek günlerde hepimize çok ihtiyaç olacak bu ülkede. Eminim hepimizin direneceği, insanı koruyacağı küçük alanlar vardır. Yolumuzun üstündeki çiçekçiye günaydın demek, apartman kapıcısının halini hatrını sormak, fırıncıya nasılsın demek (İsmail’ı tekmeleyen fırıncılara!) evet, bu kadar küçük ama cesaret isteyen, insana insanı hatırlatan şeyler ki yaşadığımız günlerde en çok  buna ihtiyacımız var.