Frieda Hughes’un Slyvia Plath için yazdığı “annem” şiirini moero portre sayısı için çevirmiştim. Moero Poertre// 6. sayı
okuma linki:
Ilık Bir Gün ve şiir için
bir düzeltme
Bugünü nedense hep
cumartesi olarak hissediyor, öyle düşünüyorum. Bir türlü salı’ya geçemiyorum.
Oysa bu sorunun en kolay kısmı. Zor olanı ise benim bir Louise Glück şiirini
Seamus Heaney şiiri olarak kaydetmem, böylece şiiri Heaney şiiri olarak severek
çalışmam ve çevirmem.
Bu hatayı kendi kendime fark
ettiğimde zihnimde yankı bulmuş sesi/sesleri ayıklama çabası, bu sırada oluşan
direnç ve sonunda benim belki de sadece şiirin sesini duyduğuma varış. Bunlar
elbette, bu deneyimimin kısacık bir özeti, ayrı bir yazı konusu. Burada yazma
nedenim, bu şiirle birlikte, (benim derinden sevdiğim bir şair olan Heaney’in
yanında) biraz mesafeli durduğum Glück’ün beni içerden fethettiğini (hatta
nakavt ettiğini) itiraf etmek, her iki
şaire, ve şiir kamusuna bir borç bilerek bu açıklamayı, bu düzeltmeyi yapmak.
Bu vesileyle Heaney ve
Glück’ün ruhları şâd olsun ve
lütfen bu karışıklık için beni affetsinler..
Bahse konu olan o güzel
şiirin çevirisini yaptığım bir iki küçük değişiklikle yeniden ekliyorum.
|
Louise Glück
yol uzuyor yol kısalıyor dönüyor güz
alelacele geçiyoruz sokakları bir süredir
sokaklar telaşlı adımlarımızı seviyor- hayat böyle daha yaşamaklı
arkadaşlarımız geliyor uzak kentlerin havasını getiriyor
sarılıyoruz ıtır kokuyoruz sarıldıkça seviniyoruz
ani bir dönüş kadar kısa bir an-çocuklar düşüyor hayattan
bilyeler, bisikletler, elif ba’lar kuran kitapları
öylece sönüyor içimizde beliren sevinç
boşluğu emiyor hayat, sesleri karartıları kesif öfkeyi
rüzgârdan yapraktan kuru bir neşe kalıyor sokakta
kederi külden seçemiyoruz gümüşü griden günler işte gölgeli
kedileri seviyoruz
kuşlara şarkı söylüyoruz
bahçeden incir topluyoruz
güz dönüyor, çocuklar sızıyor incirlerden
(iç. yeni e dergisi, Ocak 2022, S. 63)
İyilik Mektupları -1
7 Mayıs, Cuma
sevgili Gülten Akın,
içimde size yakın bir pencere
açmaya Melahathanım şiirinizin sıcaklığıyla niyetlenmişim, bunu defterime o gün
düştüğüm notlardan anlıyorum. notlarımın bir mektuba dönüşeceğini
düşünmemiştim, o zaman. nedense sizi konuşması değil de birlikte susması daha
kolay bir şair olarak yazmışım şiir hafızama. bu nedenle sizinle ne karşı
karşıya ne yan yana oturup söyleşme fikri hiç geçmemiş aklımdan.
üniversite yıllarında tanışıp
sevdiğim, bölük pörçük bildiğim şiirlerinizi, siz bu yeryüzündeki yaşamağa veda
ettikten çok sonra, yeniden ve topluca okuma düşüncesi, sizi bir iyice anlama
fikri bende birkaç ay önce su yüzüne vurdu diyebilirim. sanırım yıl başında doğum
gününüz etrafında yapılan anmalar sırasında bir şair arkadaşımın şiirlerinize
bir türlü ısınamadığını söylemesi de vesile oldu buna. hakkınızda çıkan övgü
yazılarından çok bu çekinceli yaklaşıma kendi hakiki cevabımı bulma ihtiyacı
gelip kuruldu zihnimin baş köşesine. kitaplarınızı ilk baştan, derinlemesine ve
doğrusu bir miktar da sorgulayarak yeniden okumaya böylece başladım. salgınla
birlikte yeni yılda büyüklü küçüklü açılıp kapanmalar silsilesi içinde şiire
dönmekten başka çaremizin olmadığı günlerdi.
kitaplarınızı okudukça
şiirlerinizden sızan güçlü ışıktan, fotoğraflarınızda yüzünüzü dolduran derin
sevecen gülümseyişten ve oğlunuzun açlık günlerinden öte yaşamınız hakkında pek
fazla şey bilmediğimi de fark ettim. hatta yakınlarda Aksu Bora’nın sizin
kızınız olduğunu öğrenmenin şaşkınlığını taşıdım üstümde birkaç gün. bu
bilginin bana kadar gelmemiş olmasını tuhaf buldum. sizin bir şair olarak bilinip tanınmanızla
ilgili değildi elbette bu eksiklik. kendi uyumsuzluğuma, uzaklığıma yordum bu
bağlantı kaybını. yurtdışında yaşadığım yılların getirdiği kopukluklardan biri
olmalıydı. ait olduğunuz halde uzak kaldığınız bir yaşama dair boşlukları
doldurmak uzun bir çaba gerektiriyor böylesi kopmalarda.
düşünüyordum da, belki de sizinle kendi
kendime söyleşme fikrinin tohumları Doğu-Batı Dîvanı’nı
okurken atılmıştır zihnimdeki tarlaya. Enis Batur kitabının altı Dîvan’ından ilkini[1] sizin
dizelerinizle açtı diye öyle ani bir sevinçle dolmuştu ki içim kitabı açınca,
okumayı bırakıp hemen şaire bir teşekkür mektubu yazmaya kalkışacaktım
neredeyse. sanırım, benim sınırlarımı aşan, sanki üstüme de vazife olmayan bu
teşekkür etme arzusu sizi sahiplenmekten çok size tutunma isteğiyle ilgilidir.
yazan bir kadın, bir şair, sesime yakın bir
yoldaş bilerek sizinle aynı tarafta olmak, aynı yola koyulma arzusu bende
çocukluğumdan beri var olan bir çoğulluk arayışının yeni bir tezahürüydü sanki.
şiir ve yazıyla başlayan
tanışıklığın nasıl güçlü ve derin bir bağ oluşturduğunu muhtemel ki bilirsiniz.
hiç tanışmadığımız birine mektup yazmak insanı epey müşkül bir duruma
sokabilir, çünkü okuduklarımızla birlikte bizde içselleşen bu yeni “samimiyetten”
şairin veya yazarın haberi yoktur. henüz başlayacak bu tanışıklık için ince bir
sınır özenle aşılmayı bekler, şairin açıklığına benzer bir açıklıkla karşı
gitmeyi gerektirir. aradaki tanışma dağı henüz aşılmamıştır. şair bize, yani
bizimle birlikte onlarca insana içini açmıştır da, buyurun birlikte bir çay
içelim, söyleşelim dememiştir… bizimle tanışmak, dahası söyleşmek isteyip
istemeyeceği de bilinmezdir. bizim “coşkuyla” kurmak istediğimiz ilişkiyi,
kendimizi açışımızı, dertlenmelerimizi sınırsız bir sabır ve hoşgörüyle
karşılayıp karşılamayacağını bilmeyiz. işte böylesi çekincelerle kitaplarınızı okurken aldığım notlar, şiir ve
yazılarınızda altını çizdiğim sözcük ve düşünceler muhtemelen o sayfalarda üstü
örtülü kalacaktı. belki de kalacak demeliyim. her ne kadar adınıza açılan
“mektup” çağrısı defterimdeki notlara kısmi bir heyecan getirdiyse de benim başlamış
bulunduğum bu mektupları bitirip bitiremeyeceğim şimdilik meçhul. ben de
önceden karar vermek yerine günlerin akışına bırakıyorum bu mektup fikrini.
12 Mayıs,
Çarşamba
taze sabah. baharın kıpır kıpır
esintisi, neşesi balkona yerleşmiş, güzel bir günü haber veriyor. sardunyaları, kedi çimini sevinçle suluyorum. ebruli sardunyalarım açalı
birkaç gün oldu, ama ben asıl kırmızı kadife sardunyaların açmasını bekliyorum;
onlar da fasulye çalısı gibi boyuna uzayıp gidiyorlar. güneşe kadar yolları var
bu gidişle, ama ara sıra çiçek açmayı da hatırlasalar iyi olacak.
bugün sizinle söyleşmeye başlamam
uzun zaman alıyor. siz ayarı hiç değişmeyen bir mesafeden, kitaplarınızın
kapaklarından sevecenlikle izliyorsunuz beni. bazen muzipleşip ısınıyor sanki
bakışlarınız, balkondaki kanepeye yayılan altı kitabın altı kapağından ayrı
ayrı; yeşil gölgeli, kırmızı perdeli, sarı tozlu zamanların içinden gülümsüyor
yüzünüz.
dün akşam sizinle olan sessiz
söyleşimizi veya balkonda yan yana susuşlarımızı düşünürken benim için bu
söyleşinin temel arzusu nedir diye derinlemesine düşündüm. sanırım daha önce
bahsettiğim kimi belirtilere, kimi karşılaşmalara rağmen beni bu söyleşiye
ardımdan itekleyen asıl şey sizin ‘açlık günleri’ boyunca yaşadıklarınızın sarsıcı
izleri oldu. iki oğlumu büyütürken
onların ufacık bir ateşlenmeyle nasıl da solduklarını, suları çekilip canları
azaldığında o küçük nefesleri nasıl sarıp sarmalamak, bedenimle onlara yeniden
can katmak istediğim zamanları hatırladım. beni heyecanlı özgürlüğümden, kendi
başına bir insandan bir anneye dönüştüren o derin yaşantı ve endişe anlarını
düşündüm. sizin ‘açlık günleri’ boyunca yaptığınız fiziksel ve içsel yolculuğu
hakkıyla anlamam imkansız. yine de o çaresiz günler için size kırk iki gün
boyunca yazarak, kâh
çiçeklerle, kâh hikâyelerle seslenebilirim…sadece
arzu ederseniz açıp okuyacağınız mektuplarla o zor günlerin ağırlığını
paylaşabilir böylece yaşadıklarınızın ve o günlere dair yazdıklarınızın beyhude
olmadığını haber verebilirim. dilerseniz radyoda şefkatli bir sesin okuduğu bir
arkası yarın sayabilirsiniz mektuplarımı veya hem geçmişten hem sonrasından
bahisler açan serinlikli bir ilkyaz söyleşisi…
14 Mayıs,
Cuma
bahar sabahı. güneşin ilk ışıkları
çitlembiğin dallarından henüz patlayarak açılmış çağla yeşili yapraklarda parıldayarak
geziniyor. yapraklar hem ışıkla hem esintisiyle bahar sarhoşu, nazlı nazlı titreşiyorlar.
serçeler heyecanla bir konup bir kaçıyorlar yapraklı dallara. bu tatlı telaş bir
anda koca sesli bir gemi düdüğüyle kesiliyor. uzakta, bilinmeyen bir aciliyet dolduruyor
havayı; gemi uzun uzun haber veriyor geldiğini veya geçtiğini iki yakaya ama
kesilip gitmiyor ses. bir zoru bir darı varmış gibi yana yakıla öttürmeye devam
ediyor düdüğünü. geçip gitmek için yer mi istiyor denizden, yoksa kıyılarınıza
vuracağım diye mi uyarıyor etrafı, sürükleniyor mu dümeni bilinmiyor. bu hay
huy böyle devam ederken o koca sesin karşısına cılız bir ses çıkıveriyor, ötüyor
orta yerde. küçük, çelimsiz bir vapurun çaresiz inlemesi gibi çıkıyor bu ikinci
ses. sanki biri bırakıp diğeri alıyor eline düdüğü, vapur ve gemi. canhıraş bir
telaş içinde konuşuyor kaptanlar. sonra her şey sessizliğe gömülüyor… buradan
suların nasıl telaşlandığını sonra nasıl yatıştığını göremiyorum, deniz susuyor
uzakta. ben de kitaplarınıza dönüyorum.
kitaplarınızı okurken beni en çok etkileyen
ve düşündürün özellik şiirlerinizde akışı tersyüz eden ani yön değiştirmeler, kopmalar,
boşluğa kurulan dizeler oluyor. tam ikinci yeniciler gibi yazmış diyecekken pat
diye bitirdiğiniz bir dizenin beklentiyi ortada başı boş bırakması, açması veya
dağıtması. şiire dağılan suskunluk. bu kopma anlarında şiirinizden uzaklaşan
şair arkadaşımı hatırlıyorum ve onu biraz anlıyorum, derken bir sonraki şiirde yeniden
soluklaşıp siliniyor bu duygu. sizdeki bu çıkıntılık hoşuma gidiyor. sözden
koptuğunuz, ifadeden vazgeçtiğiniz bu anlara sızdığımı hissediyorum yavaş yavaş.
yaşam ete kemiğe bürünüyor böyle anlarda.
…
Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’nı
okurken İslahiye’ye gidiyorum bugün. İslahiye dedem Feramuz Çavuş’un askerlik
yaptığı yer aynı zamanda. Maraş’ın Kurtuluşu’nda değil, ama İkinci Dünya Savaşı
sırasında İslahiye’de yapıyor askerliğini dedem. gündüzleri asker kışlaları, at
ahırları yapılıyor, gece donlarını dolduran amansız bitlerden uyunmuyor. üç
buçuk yıl kalıyor dedem Ökkeş’in diyarında. dayım diyor, “337’li derlerdi
babama.” hey 14’lü 14’lü türküsündeki askerlerin 1314 yılı doğumlular olduğunu söylüyor
eski takvimle. sonra İslahiye’nin nasıl kurulduğunu, Osmanlının iskân ve islah ederek zapturapt
altına almak istediği aşiretlerin üzerine askeri birlikleri yolladığını
anlatıyor. sizin destanınızla birleştiriyorum zihnimdeki görüntüleri. sonra
diyorum, biz nerdeyse ezbere bildik Nâzım’ın Kuvayi Milliye Destanı’nın beher
babını; Arhaveli İsmail’i, İstanbullu şoför Ahmet’i yakından tanıdık. şimdi Maraşlı
Yemliha yerleştiriyor onların yanına, zihnimdeki tarih sayfasına:
“göç koydu gitti Yemliha’yı
dereye indi Yemliha
doğurdu, göbeğini taşla ezdi
sardı peştamala yürüdü
gün ikindide göçe yetişti.”
17 Mayıs,
Pazartesi
taze sabah. üç haftalık sokak
yasağı bugün bitti. insanlar kilitli dolaplardan kurtulurcasına telaşla çıktılar
evlerden, mahallelerden fırlayıp sokaklara karıştılar. yollardan insanlar,
sesler aktı, parklar çocuklara kavuştu. ben de uzun bir yürüyüşe çıktım; çiçekteki
ağaçları, baharın taze otlarını, bulutları seyrettim. yürümeyi yeni öğrenmiş,
elma yanaklı bir çocuk görmeyeli, çocuk kahkahası duymayalı ne çok olmuş.
büyük hayatın coşkusu içinde
sizinle söyleşirken buluyorum kendimi yine. kendiliğinden kimseye zararı
olmayan mırıldanmalar neyse ne de size yazmak konusunda ikircikliyim hâlâ. adınıza açılmış mektup
çağrısı beni biraz cesaretlendirse de size seslenmenin
zorluğunu, sorumluluğunu tartıp duruyorum kafamda. sükûnetinizi
bozmayacak güneşli bir mayıs gününden mi seslenmeli size, bulutsuz bir gülümsemeyle mi, konuşmadan
konuşarak? yoksa, kenar bir duvar dibinde yeni filizli yeşil otlara karışmış iki
taze lale yumağından teşekkül bir susuntu mu büyütmeli aramızda…işin esası insan
nasıl misafirlikte elindeki bardağı dantelli örtüye koymaya çekinirse ben de
öyle tereddüt ediyorum sizinle söze başlamaya…
19
Mayıs, Çarşamba
rüzgâr
çanı sabah meltemiyle dans ediyor. çitlembiğin taze yaprakları da çanın tatlı
tınılarıyla dalgalanıyor, kâh
güneşle yıkanıyor yapraklar, kâh
ışıktan kaçınarak salınıyorlar. yüzlerce
yaprağın henüz birkaç haftalık olduğunu bilmek, aylarca çırılçıplak dal budak
kalmış ağacın o sırada bahar hazırlığı yaptığına tanık olmak tılsımlı bir
sevinç koyuyor içime.
…
mektuplarımı size İstanbul’dan
yazıyorum. o halde İstanbul’la ilgili bir anıyla bitirmeli, değil mi? Cevat
Hoca canlı ayna içinden anlattıydı geçen gün sizi anarken. hani İstanbul’a
geldiğinizde Süreya ve Cansever size İstanbul’u gezdirirlermiş, bir kız
kardeşin (sanki şiirin de) elini tutar gibi davranırlarmış size biraz o
zamanlar. siz o kadar da bilmez değilmişsiniz halbuki İstanbul’u, ama pek
de itiraz etmezmişsiniz onların bu
huyuna. annemden, anneannemden, tanıdım ben o hali. kadınların çoktan
bildiklerinin kendilerine anlatıldığında ses etmemeleri biraz da heves
kırmamakla ilgili olmalı. eski bir
gelenek, tarihsel bir seziş gibi bildiklerini susarak, bekleyerek anlatanın
yanıldığını anlamasını. biz kadınlar belki de o mahcubiyetin çiçeklenmesini
bekliyoruz uzundur bu tarihi serüvende. sözün yetmeyeceği böyle zamanlarda bile
bile buduyoruz sesimizi, sözümüzü kimseye bırakmadan elimizdeki gül makasıyla; kimi
yaprağımızı, kimi uzuvlarımızı, uç veren filizlerimizi, ve kesilen yerlerden
sızıyoruz. o sızılar, sızıntılar da ağıtlara, türkülere, şiire veya çoğul
susuntulara dönüşüyor. açıp çiçeklendiğimiz de oluyor kimileyin, ses-lendikçe, çağrıldıkça,
yazdıkça…
sevgiyle selam ediyorum size İstanbul’dan.
Elif Firuzi