28 Haziran 2016 Salı


İYİLİK MEKTUPLARI II


Rüştü Onur'a 


“Sizin şiirleriniz çok hoşuma gitti. O kadarki, bir teneffüste, sigara içtiğimiz bir küçük odada okuyordum, dalmışım. Zil çaldı, sınıfa girmek için koşan arkadaşların arasına ben de katıldım. Tam umumi koridordan geçiyordum, bir de ne göreyim? Sigara ağzımda değil miymiş? Arkadaşlarım, ne yapıyorsun Rüştü, demeleriyle hemen sigarayı avucumda ezdim.”1
Sevgili Rüştü Onur, Sevgili Şair,
Biraz önce gökyüzünden yıldızlar çekildi, yıldızlar gidince kuşlar yeniden hareketlendi, sağa sola uçuşmaya başladılar. Şimdi, kuşlar, kırmızı kiremitli çatılar ve koca şehir, hep birlikte güneşi bekliyoruz. Güneş doğarken önünden geçen bulutlar yanakları kızarmış sevimli çocuklara benziyor. Yeryüzüne gürültü hâkim olmadan, sabahı gökyüzünü seyrederek karşılamayı seviyorum. Ve dünyayı yeni bir sabahın selamladığı bu saatlerde size bu mektubu yazıyorum.
Günlerdir kafamda tartıyor olmakla birlikte aslında bu mektubu size hangi nedenlerle yazdığımı tam olarak bilmiyorum. Bu nedenlerin, sağlam olmasını ve mektubu yazdıkça ortaya çıkmasını, içimde bilmediğim bir yerlerden aydınlığa ulaşmasını umuyorum.
Yazın ilk günlerinde Haydarpaşa Tren Garı’nda açılan kitap fuarında, tezgâhtan rasgele aldığım bir kitabın, rasgele açtığım bir sayfasında okudum sayfanın başındaki satırlarınızı. Sigarayı avcunda ezdiren bir hayat ve şiir coşkusu ve eylemi! Bunu sevdim. Kitabı kapatıp, parasını ödedim.
Kitabı yaz boyunca çantamda taşıdım; satırlarınızla, sesinizle birlikte nehirler ve şehirler aştık, gökyüzünden ülkelere baktık. Kitaptaki şiirlerin çoğunu bir çırpıda okudum, kimilerini atladım, bir an önce mektuplara geçtim, aklım onlardaydı. Mektuplarınızda tanışıklıklarınız, heyecanlarınız, hedefleriniz var, hemen hepsi şiire dair…
“Oktay Rıfat’la tanışıyoruz, çok iyi bir çocuk. O kadar sevimli ki… Birkaç şiirimi istedi. Beğendiğini söyledi ama herhalde ilk tanışmanın tesiriyle olacak.”
“Salâh, son yazdığın şiiri bana gönder. Onu tekrar kendim okumak isterdim. Olmaz mı? Okuyacak bir şeyim yok. Yeni çıkan tercümeleri okuyor musun? Nurullah Ataç’ın Haber’de çıkan yazılarını kesiyorsan bana da gönder.”
“Salah, Antoloji için harb sonu mu beklenecek? Antolojide ben de var mıyım?”
“Hastayım işte, bu nasıl unutulur bilmem ki..”
“Daha ne yazayım kardeşim. Bilmem bende ne yazacağımı bilmiyorum. Bu şiirimi güzel olduğu için değil, mektup boş gitmesin diye yazdım.”
Bahar
I
Bir sabah bütün kuşları
Çağırmak için odama
Sabahı bekleyeceğim pencerede.
Biliyorum güzel olacak
Kuşlarla hasbıhal sabah sabah
II
Ve saka kuşuna sesleneceğim,
Çocukken olduğu gibi
Erik ağacından…
III
Sokak dönüşünde annem,
Bütün kuşları,
Odamda bulacak,
Ve ben kim bilir o zaman,
Nerelerde olacağım?
Mektuplarınızı okudukça Zonguldak’tan ve hastalıktan başınızı kaldırıp, elinizi şiire, dostunuz Salâh’a ve oradan bütün dünyaya uzatma çabanıza tanık ve hayran oluyorum. İnsanın her daim elini uzatacağı bir yer, bir kurtuluş imkânı, bir umudunun olması hayati önem taşıyor. Mektuplarınızdan şiir coşkusu, şiirlerinizi yayımlatma ve dergi çıkarma hayalleriniz, heyecanınız taşıyor. Sizinle şiir coşkunuzdan, sokaklara arkamızda şiir bulutları bırakan garipliklerden tanış çıkıyoruz:
“…Mektubunuzu ve Orhan Veli’nin Garip adlı eserini aldım. Bugün benim için bayram oldu. Garip çok güzel. O, benim kitabım oldu. Ve ben onu parasız herkese dağıtmak gibi bir his duyuyorum. Bir gün limanda veya istasyonda kucağında bir yığın Garip olduğu halde beklesem. Ve yeni çıkan yolculara bu şehrin insanlarını tanımaları için birer tane versem. Ondan herkeste olsa. Bende olduğu gibi…Emin ol Salâh, şiirden hiçbir zaman bugünkü kadar bahsetmedim.Ve beni bugün saat 4’te caddeden bir çocuk gibi koşarak, hatta zıplayarak geçtiğimi görenler garip buldular. Evet ben artık Garip’im. Süleyman Efendi’yle akrabalığımız anadan geliyor.”
Ya Süleyman Efendi’yle akraba olmasaydınız, ne olurdu sevgili şair? Yazık olurdu… Çünkü genç yaşınıza, tedaviye ve dahi aşkı bulmuşluğunuza rağmen komşunuz Tanrı size hayat lütfunu esirgedi, kapınızı çalmadı. Hastalığınız nüksetti…
"Şehrin sokaklarında insanlar niye uyur /Niye şarkı söyler sarhoşlar camlarda
Niye gece kuşları,/Meyvasını paylaşır uykumuzun?
Niye büyük annem/Sarı bir gül kokan başörtüsünü
Örter üzerime?/Niye gece yarısı misafir gelmez
Halbuki Tanrı kapı komşumdur.”

Zonguldak ve İstanbul. Hayatınız, iki şehirde 22 yıllık bir yaşantı, çocukluğu saymazsak 8-10 yıl. Ne kadar kısa.. Buna rağmen şiir ve edebiyattaki, sanattaki yenilikleri izleyen ve sağlam bir değerlendirmeye tabi tutan, yeniye açık bir yaklaşıma sahipsiniz:
“Artık sanatkar, seyircisi mahdut bir tiyatronun kuklası olmaktan çıkmıştır.
Kendi kabuğu veya kozası içinde eser vermiye bocalıyan sanatkar gene kendi kabuğu içinde öldü. Sonbaharın müteverrim yapraklar melankolisinden ileri götürmiyen ve yıllardır çoban çeşmesine eski bir paçavra bağlayan şairin incir çekirdeğini doldurmayan eserini raflarımızdan atmış bulunuyoruz. Binaenaleyh Şehir’in çıkması bir zarurettir. Bu bahsi artık kapatıyorum.”
Petek, Şehir, Yaşamak… isimleri değişse de dergi çıkarma inancınızı, ömrünüzün son günlerine kadar bir kitap çıkarma ümit ve neşesini hiç kaybetmiyorsunuz..
“Ve ben bütün şiirlerimi mahrumiyet içinde yazdığım halde onlarda neden saadet kokuyor? Saadeti ömrümde bir kere tatmış adam değilim. Ve bütün insanlara haykırıyorum; Ben size düşünüyorum. Sizin beni düşünmediğinizi bildiğim halde.”
Şiirleriniz neden saadet kokuyor..
Bilmiyorum, bilmemekle birlikte bu bilinmezin; umut, tutku, yaşam ve şiir sevgisi, dünyanın en lüzumsuz haksızlığına karşı isyanla yoğrulu olduğunu düşünüyorum. Bu isyana yol olan şiirin sizin için aynı zamanda avuç avuç nefes gibi bir ihtiyaç da olduğu aşikâr; “Biz her gün sıtma geçiriyoruz. Şiir sıtması. Daha doğrusu nöbet geliyor.” Göğsünüzü ince hastalıkla tıkayan hayata, ince bir isyan; mahrumiyetlere rağmen, nöbet ertesi neşeli bir patlama, şiir! İşte, sizinle biraz da bu neşeli patlamadan tanışıyoruz..
Sizinle birkaç bakımdan tanıştığımıza göre size yazmak için kendimi gittikçe daha çok ikna olmuş buluyorum. Hem, sokaklarda iki nişanlı ve hasta gencin bir tabla üstünde sebze satışını, kadının tablanın başından ayrılıp bir daha geri dönmeyişini, yaşlı bir baba ve hasta bir eşin aynı evde, aynı kadına yas tutuşunu keder verici bulup, hiç bir şey söylemeden geçmek olur mu?..
Yine de, derinlere baktığımda, kitabı alışım ve bu mektubu yazışımdaki yegâne tohumun yıllar önce gördüğüm Kelebeğin Rüyası filmden aklıma kazılan hummalı şiir yazma sahnesinde vuku bulduğunu seziyorum. Küçücük bir odada, demir bir karyolada yatarken tutulduğunuz öksürük nöbeti, damarlarınızdan vahşi bir şiddetle çekilerek ağzınızdan fışkıran kan kırmızı mürekkebi hiç de boşa harcamıyor, her bir damlayı demli dizelere dönüştürüveriyorsunuz. Şairin duvarlara şiirden çığlıklar kazdığı hayat sahnesi! Mürekkebiniz bitmeden bir dize, bir kelime, bir harf daha yazma humması ve nihayetinde sesin, soluğun ve şiirin susması. Gözlerinizde puslu gülümsemeler, öfke nöbetleri ve nefesi tıkayan nice şiiri bilerek ölmek. Ölümüne şiirin daha iyi bir “tarifi” olabilir mi?..
Artık cümle acılardan muaf olduğunuz için, bu sahneyi de acınızı gördüğümü söylemek için yazabiliyorum.
Kanımca ne benim bu mektubu yazışım ve ne de hayatınızın kederli sonunun size kitaplar, filmler ve şiirlerle geri dönmesi sizi şimdi zerre kadar ilgilendirmiyordur. Zaten ölenin arkasından yapılan her şey geride kalanların, bize bırakılan mirasa verdiği değeri göstermekten ve yine hayatta olanlar için yeniden üretilmesinden ibarettir. Yine de mektuplarınızın, şiirlerinizin bir kez daha okunduğunu, satırlarınızın altının çizildiğini bilmenizin sizi mutlu edeceğine dair ruhani bir umut taşıyor, Ataç’a inanıyorum;
“Bilseydi hatırlanacağını / Ölümünden sonra / Memnun olurdu.”
Evet, antolojilere girdiniz, kitabınız çıktı; şairliğiniz, bir şiir adamı olarak yaşadığınız teslim edildi. Hakkınızda film bile yapıldı. Artık benim bir sayfalık mektubumun ne kıymeti olabilir ki. Lakin bir kez yoluma çıkmış bulundunuz ve ayaklarım beni bir gün Şair Leyla Sokağı’na taşıdı, orada oturup şiirlerinizi okudum ve o sokakta hiçbir izinize rastlamadım..
Ve mademki tanışıyoruz o halde vedalaşmak da boynumuzun borcu Sevgili Şair…
Kim bilir, belki de en iyi mektuplar ölmüş şairlere yazılır. Akıntıya karşı…
“Beni kaçır kaptan/Bu küçük şehirden/Çımacı olurum gemine/Hatta kürek çekmekte gelir elimden/Akıntıya karşı…
Selam eder, sevgiyle yanaklarınızdan öperim.
Erik ağacındaki saka kuşları da selam ederler.

Elif Firuzi

18 Ağustos 2016, İstanbul.

Rüştü Onur ve yakın dostları, Muzaffer Tayyip Uslu, Kemal Uluser, Behçet Necatigil ve kitabın yazarı Salâh Birsel’e saygılarımla.

Açıklamalar:
1) Behçet Necatigil’e yazdığı, 5-12-1939 tarihli mektuptan.
2) Diğer mektuplar Salâh Birsel’e yazılan mektuplardır. Bu mektupların kimisine “tarihsiz” notu düşülmüştür ve ben bu kelimeyi hep “talihsiz” diye okuyup kendimi düzeltip durdum.
3) Salâh Birsel’in Rüştü Onur kitabı 1956 yılında, Onur’un ölümünden 14 yıl sonra, Yeditepe Yayınları’ndan çıkar. Benim okuduğum Sel Yayıncılık 2. baskısıdır.
4) Bahar şiiri Servetifünun, 1943’te yayımlanmıştır.